Şebnem Ferah'ın Röportajları

Salı, Ekim 31, 2006

Radikal kutlama

Röportaj: Radikal kutlama

Kaynak: http://www.milliyet.com.tr/2006/09/09/cumartesi/axcum02.html

Kiminle: MELİS ALPHAN (Milliyet Cumartesi)

Tarih: 09.09.2006


Mor ve Ötesi ile Şebnem Ferah, Radikal gazetesinin 10'uncu yılını kutlamak amacıyla iki büyük konser verecek


Radikal gazetesi 10'uncu yılını Mor ve Ötesi-Şebnem Ferah konserleriyle kutluyor. Konserlerin ilki 13 Eylül'de Kuruçeşme Arena'da, ikincisi ise 22 Eylül'de ODTÜ'de gerçekleşecek.
Mor ve Ötesi elemanlarıyla Şebnem Ferah'ın dostluğunun tohumları, 2003'te beraber çıktıkları Fanta turnesinde atıldı. Sonra zaman zaman birbirlerinin konserlerinde misafir sanatçı olarak yer aldılar. Toplumsal konularla ilgili tavırlarını ortaya koyan bir grup olarak tanınan Mor ve Ötesi'nin aksine Şebnem Ferah fikirlerini kendine saklamayı tercih ediyor. Röportaj bitip teybi kapattığımda Mor ve Ötesi elemanları nefes almadan tezkere konusunu ve basının yaklaşımını tartışmaya girişirken Şebnem Ferah sessizce onları dinledi.

Mor ve Ötesi ile Şebnem Ferah birkaç yıl önce Fanta turnesine beraber çıkmıştı. İlişkiniz de bu turnede başladı, değil mi?
Harun Tekin: Birbirimizi önceden de tanıyorduk ama ilişkimiz bu turnede başladı. Sonrasında da "Dünya Yalan Söylüyor"un kayıtlarıyla beraber daha da yakınlaştık.
Kerem Özyeğen: Şebnem "Can Kırıkları" albümünde bir şarkısında gitar çalmama müsade etti. O da son iki albümümüzdeki "Yardım Et" ve "Küçük Sevgilim" şarkılarında bizi vokaliyle şereflendirdi.
Şebnem Ferah: Onlar stüdyodayken ben neredeyse her gün stüdyoya gidiyordum.

Çok mu ortak yönünüz var?
Şebnem F.: Çok ortak arkadaşımız var. Tanışmakta, daha doğrusu bugünkü gibi bir ilişki kurmakta gecikmemiz bizim hatamız aslında. En büyük ortak noktamız Hakan Gözübüyük. Mor ve Ötesi'nin de albümlerinin prodüktörlüğünü o yaptı. Ama bunlar zoraki olan şeyler değildir. Ben onlarla sohbet etmekten, müzik yaparlarken orada bulunmaktan zevk alıyorum.
Harun T.: Biz de Şebnem şarkı söylerken stüdyoda olduğumuzda cama bakıp kilitleniyoruz.

"Radikal kendimi yakın hissettiğim bir gazete"

Radikal okuyor musunuz?
Harun T.: Okuyoruz.

İdeolojik olarak fikirleriniz Radikal gazetesiyle örtüşüyor mu?
Harun T.: Türkiye'de kendimizi ifade edemediğimiz çok fazla zaman ve yer var. Radikal gazetesi için konser verme konusunda çok daha rahatız. Türkiye'de gruplarının ve sanatçıların sponsor, mekan ve etkinlik eleme şansına sahip olduğu günlerde yaşamıyoruz. Bu yolu seçerseniz gerçekten evde oturmanız gerekir. Bu sonuçta kafamıza uyan bir etkinlik.
Şebnem F.: Radikal benim varlığından mutlu olduğum, kendimi daha yakın hissettiğim bir gazete.

"Bu festivaller artık iki ayrı kutup değil"

Mor ve Ötesi Barışarock'ta sahneye çıkıyor, Şebnem Ferah ise Rock'n Coke'ta. Şebnem Ferah'ın seçimi sizin için bir sorun mu?
Kerem Kabadayı: Bu ülkede şu anda aradaki ayrımın biraz ötesine geçip gençlerin kendilerini doğru ya da yanlış bir şekilde ifade etmelerine alan sağlayan her türlü şeyi biraz sahiplenmek gerekiyor. Artık Barışarock, Rock'n Coke ve Coca Cola'ya karşı düzenlenen bir festival olmanın çok ötesinde. Savaşa, şiddete, homofobi ya da cinsiyet ayrımcılığına karşı bir festival Barışarock. Bu festivalleri iki kutup olarak görmenin anlamı kalmadı.
Şebnem F.: Böyle iki ayrı festival söz konusu olduğunda bile ortak değere sahip olan şey müzik.

Mor ve Ötesi'nin aktivist bir grup olduğunu biliyoruz. Şebnem Ferah politikayla ilgileniyor mu?
Şebnem F.: Onların yaptığı kadar müziğime yansıtmayı tercih etmiyorum. Beni başka şeyler tetikliyor. Kimi konsantre olur ve "Ben şunları insanlarla paylaşmak istiyorum" diye karar verip ürünlerini bu doğrultuda ortaya çıkarır. Bir müzisyenin kafası, eli, kolu, gitarı, kalemi arasında bir koordinasyon oluyor. Bunun doğal dengesini bulduğunuzu düşünüyorsanız o dengeyi koruma taraftarıyım. Ben çok düşünerek yazan biri değilim. Bu işi daha doğal bir akışa bırakıyorum. Ama bunları birilerinin söylemesi hoşuma gidiyor. Hele güzel bir müzikle beraber söylüyorlarsa daha fazla ilgileniyorum.

Turneler sırasında Türkiye'nin birçok ilini dolaştınız. Hangi şehrin seyircisi sizi çok şaşırttı?
Kerem Ö.: İzmir.
Kerem K.: Eskişehir.
Şebnem F.: Beni bu yılki turnede en çok Konya şaşırttı.
Burak Güven: Konser salonlarını var eden çoğunlukla seyirci. Hiç beklemediğiniz bir şehirde müthiş şeyler yaşayabiliyorsunuz. İzmir, Ankara ve Eskişehir'deki konserler her zaman bir parça değişiktir.
Harun T.: Bolu'da bir düğün salonunda konser vermiştik. Soundcheck'te boş mekanı gördüğümüzde "Burada ne olur acaba?" diye düşünmüştük. Fakat mekan çok doldu ve orası bambaşka bir yere dönüştü.

Şebnem Ferah:
"Roger Waters konserinde ağladım"



Bu yıl İstanbul çok sayıda ünlü müzisyeni ağırladı. Bu sizin adınıza da heyecan verici bir durum olmalı. Gittiğiniz en güzel konser hangisiydi?
Kerem Ö.: Roger Waters.
Burak G.: Roger Waters ve Elbow konserleri çok iyiydi.
Harun T.: Bence de Elbow ve üç yıl önce gelen Notwist.
Kerem K.: Echo&the Bunnymen ve Paul Weller.
Şebnem F.: Roger Waters ve Whitesnake. Roger Waters'da üç parça boyunca ağladım. Roger Waters konseri sadece konser değil, başka bir şeydi. Tüylerim diken diken oldu. Whitesnake çocukluğumun idolü olan gruplardan biri olduğu için o konserde de çok farklı bir heyecan hissettim. "İlk üç şarkıcını say" deseniz David Coverdale bunlardan biridir.

Günlük hayatta acılarımı anlatmam, bu duyguları şarkılarımla paylaşırım

Röportaj: Günlük hayatta acılarımı anlatmam, bu duyguları şarkılarımla paylaşırım

Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/5093578.asp?gid=66

Kiminle: Suat KAVUKLUOĞLU (Hürriyet)

Tarih: 16 Eylül 2006

Fotoğraflar: Fatih YALÇIN


Yugoslav göçmeni bir anne babanın 3. çocuğu olarak 34 yıl önce Yalova’da başladı öyküsü. Ailesi yeteneğini fark etti, ilkokulda mandolin dersi aldı. Lisede gitara geçti, şarkıda yoğunlaştı, müzik uğruna ODTÜ Ekonomi Bölümü’nden ayrıldı. Volvox’la başlayan serüveni, 10 yılda beş albümle onu zirveye taşıdı.

Geçen yıl yayımlanan "Can Kırıkları" albümünün etkileri sürüyor. Harbiye Açıkhava’da ve Rock’n Coke’ta iddialı iki konser veren Şebnem Ferah’la buluştuk, filmi başa sardık.

Açıkhava Tiyatrosu’nda senfoni orkestrası eşliğinde, Rock’n Coke’ta grubunuzla verdiğiniz konserlere ilgi büyüktü. Neler hissettiniz o konserlerde?

- Bir konseri özel yapan, müzikal standartların dışında, dinleyiciler. İkisi de çok özel gecelerdi, özellikle senfoni konserini hatırladıkça tüylerim diken diken oluyor. Bir süredir sahnede, dinleyicilerle iletişimime çok özen gösteriyorum. Müzikal yolculuğum uzadıkça, şarkılar, albümler arttıkça aramızdaki ilişki sağlamlaşıyor.

Dinleyicilerinizle ve sizin için web sitesi açan hayranlarınızla konserler dışındaki iletişiminiz nasıl?

- Klasik şarkıcı-dinleyici ilişkisi istemiyorum. Dinleyiciyle büyüyen, arkadaşlık benzeri, birbirini anlayan bir ilişki istedim hep. Web sitesi hazırlayan dinleyicilerimle iletişimim sürüyor, bazılarıyla arkadaş bile olduk.

ÇOCUKSU SAFLIĞI KORUMAYA ÇALIŞIYORUM

Müziğe başladığınız günlere dönelim. Bu noktaya gelebileceğinizi tahmin etmiş miydiniz?

- Her şey adım adım ilerledi, birden olmadı. Şarkı söyleyebildiğimi keşfedip bu alana yöneldim. Müziği hayatımın merkezine koymaya karar verdim, en iyilerden biri olmak için çalışmaya başladım. Bir gün şunu yapacağım, buraya varacağım, gibi büyük planlar yapmadım. Hobi bile olsa, her şeyin en iyisini yapmak isterim. Rock, Türkiye’de kadınlar için bugün bile zor bir alan. Gençtim, zorlukları düşünmeden, müzik sevgim ve deli cesaretimle başladım, sürdürdüm.

Aileniz müziğe yakın mıydı, müziğe yönelmenize tepki gösterdiler mi?

- Annem ve babam müzik sevgisine, yeteneğine sahip kişilerdi. Müzik ailemizin önemli parçasıydı. Babam, her enstrümana kısa sürede hakim olacak kadar yetenekliydi. Türk Sanat Müziği’ni severlerdi. Yugoslav göçmeniydiler, o bölgenin müziklerini iyi bilirlerdi. Ablalarım Batı şarkıcılarını takip ediyordu. Misafirlerin geldiği akşamlar, yemek masası etrafında şarkılar söylenirdi. Bu çeşitliliğin müziğime çok katkısı oldu. Ailem bana karşı hep çok anlayışlıydı. Yine de onlar açısından pek kolay olmadı, endişelendiler. Düşünsenize, okulu bırakıp karşılarına dikildim "Rockçı olmak istiyorum ama bu ülkenin şartlarında nasıl olur bilmiyorum" dedim. Ailemin sıcaklığını, anlayışını bugün kendi çocuklarıma gösterebilir miyim, bilmiyorum.

"Geçmişe Yolculuk" şarkınızda "Bir bilet istiyorum sadece gidiş olsun/ Çocukluğun saflığına gidip orada yaşamam gerek" diyorsunuz. Şu anda öyle bir biletiniz olsa, çocukluğunuzda en çok hangi zamana gitmek isterdiniz?

- Çok güzel bir çocukluk geçirdim. Okuldan sonra yaka paça sokağa çıkardım. Çocukluktan en çok ailemi özlüyorum. Arka arkaya ablamı ve depremde babamı kaybettim, çok ağır geldi. Ölüm sevdiğini tamamen kaybetmek demek değil, yine de onlarla olmayı özlüyorum. Babamla sohbeti özlüyorum.

Babanızın denizi çok sevdiğini okumuştum. Deniz sizin de şarkılarınızda sıklıkla kullandığınız bir metafor. O günlerle bir ilişkisi var mı bunun?

- Mutlaka var. Yalova bir sahil kasabası, denizle hep çok yakın bir ilişkim oldu. Balık tutmak babamın hobisiydi, iyi balık tutardı. Birlikte giderdik.

Hayatınızın en sevdiğiniz, özlediğiniz dönemleri o zamanlar mı?

- Şu anda son derece mutluyum. Şarkıda anlatmaya çalıştığım, zamanla kaybettiğimiz saflığa duyulan özlem. Müziğe çocuksu bir sevgiyle bağlıyım, bu saflığı heyecanı korumaya çalışıyorum.

Müzik serüveninizde önemli dönüm noktaları hangileri?

- İlki Volvox gibi bir gruba sahip olmak, uzun süre çalışmak. Sahne rahatlığımı, güvenimi, o dönemde çok konser vermeye borçluyum. İkincisi ilk albüm: Tahmin edemeyeceğim kadar iyi bir başlangıçtı. Örneği olmayan bir müzikle başladım, dinleyici beklenmedik destek verdi, sonraki adım için bundan güç aldım. İlk patronlarım Sezen Aksu, Onno Tunç’un verdiği özgürlük, İskender Paydaş, Tarkan Gözübüyük, Demir Demirkan’ın desteği çok önemliydi.

Hiç bilmeyen birine müziğinizi 4-5 şarkıyla anlatmanız gerekse hangilerini seçerdiniz?

- Son albümden bir şeyler dinletirdim önce. Çünkü son ürünü en gerçek kabul ediyorsunuz. Performansımı, çalıştığım kişileri görürdü. Yağmurlar, Bu Aşk Fazla Sana, Bugün, Sigara ve İyi Kötü’yü de dinletmek isterdim. Çünkü her biri farklı yönleriyle beni temsil ediyor.

İlham kaynağınız en çok hangisi: Aşk, acı, öfke?

- Yaşa, yaşananlara göre değişiyor. Çok aşıksam, bu acı, üzüntü veya mutluluk tetikleyici olabiliyor. Aşk şarkısı gibi görünenin bile bir alt metin içermesine dikkat ediyorum. Mesela Sigara’daki en değerli cümle "Aslında ben de isterim düşünmeden konuşmayı." Acı yaratıcılık için büyük bir tetikleyici. Günlük hayatta acılarımı anlatmam, başkasının acılarını dinlemeyi sevmem. Bu duyguları şarkılarımda paylaşmayı seviyorum. Şarkı sözlerim, en büyük özgürlük alanlarım.

Dünyadaki gelişmeler nasıl etkiliyor sizi? Gazeteyi açtığınızda en çok hangi haberlerde çileden çıkıyorsunuz?

- Savaşı haklı gösterecek gerekçe olamaz. Geçmişte ülkeler, uygarlıklar savaşla kurulmuş olabilir. Yine de insanlar birbirini öldürmemeli. En çok cehaletle ilişkilendirdiğim haberlere kızıyorum. Bir toplumun başına gelebilecek en tehlikeli şey cehalet.

Tepkinizin şarkılara yansımaması hayatla aranıza mesafe koyma çabası mı?

- 23-24 yaşında müziğe farklı yaklaşıyordum. Sözler, müziğin yanında daha az önemliydi. Zamanla, tecrübelerle empati duygusu artıyor, başkalarının acısını içinizde hissediyorsunuz. Bunu şarkı sözlerine yansıtıyorum. Son albümde birçok örneği var. "Can Kırıklarım" hepimizinkiler. Cehalet konusunu "Zaman Geçip Gidiyor"da işledim. Gelecekte bu yaklaşım daha da yoğunlaşacak. Tabii estetik bir dille anlatabildiğim sürece.

HİÇ İDOLÜM OLMADI

Diğer müzik türlerini dinliyor musunuz?

- Gençken tutucuydum, sadece rock dinliyordum. Diğerlerine kendimi kapatmıştım. Yıllar geçtikçe iyi performanslara ilgim, saygım arttı. Bir müzisyenin "O türle ilgilenmiyorum" demesinin büyük bir kayıp olduğunu anladım.

Müziğiniz, yaklaşımınız hep Björk, Alanis Morisette, Tori Amos gibi isimlere yakındı. Onlardan izler taşıyor mu Şebnem Ferah?

- Çok sevdiğim kişiler ama müzikal açıdan birbirimize benzemiyoruz. Çok müzik dinlerim. Dinlenenlerle en derin ilişki gençlik yıllarında kuruluyor. En çok Pink Floyd, Deep Purple gibi grupları severdim. Müziğimdeki etkileri, kadın müzisyenlerden fazladır. Yine de "İşte idolüm, bunun gibi olmak istiyorum" demedim. En iyi yapabileceğime odaklandım. Kendime en yakın hissettiğim şarkıcı ise Whitesnake’in solisti David Coverdale’dır.

Çoğu rock yıldızının aksine dinleyicinize sevecen yaklaşıyorsunuz. Bu üslup yaptığınız müzikle ne kadar örtüşüyor?

- Son birkaç yılda çok önemli rock yıldızlarıyla tanıştım. Hiçbirinin burnu havada değildi. Dinleyicileriyle ilişkilerini önemsiyorlardı. Onları gördükten sonra, yaklaşımımın doğruluğuna inandım, rahat ettim. Sözünü ettiğiniz şablonlar bir sanatçıyı, müziğini tanımlamada işe yaramıyor. Kendimi bildim bileli iyi müzisyen olmanın yanı sıra iyi insan olmaya gayret ediyorum. İyi insan olmak her şeyi kapsıyor. İyi insan olabildiğim kadar, iyi şarkıcı olacağıma inanıyorum. Tamamen doğal davranıyorum. Bunu bozmak adına birtakım imajlara bürünemem, kendime yalan söylemem.

"Güçlü bir yüzücüyüm" demişsiniz. Güçlü olmayı, ayaklarınızı sağlam yere basmayı neden bu kadar çok vurguluyorsunuz?

- Ailenizde sağlık sorunu yaşayan biri varsa, doğal olarak ayaklarınızı yere daha sağlam basarak büyüyorsunuz. Daha dikkatli, temkinli oluyor, erken olgunlaşıyorsunuz.

Geçmişte yaşadığınız zorlukları yansıtan Bugün, Deli Kızım Uyan, Nereye Kadar, Ben Şarkımı Söylerken, Mayın Tarlası’nı söylerken neler hissediyorsunuz?

- Kaçıncı kez söylersem söyleyeyim her seferinde o şarkının dünyasına yoğunlaşırım. 10 yıl önce ya da dün yazılmış olması bu yoğunluğu değiştirmez. Zaten şarkı söylemenin en zevkli tarafı bu. Yorum sırasında oluşan enerji, şarkı sözleri, melodisi, düzenlemesindeki enerjiden büyüktür.

KONSER ÖNCESİNDE SEVDİĞİM ŞEYLERİ YAPARIM

Sesimi sürekli egzersizle koruyorum. Yurtdışından bu konuda birçok kitap aldım. Sadece ses telleriyle şarkı söyleyenlerden değilim. Bütün kalbimi, beynimi, hücrelerimi katıyorum şarkıya. Konser öncesinde evde yalnız kalmaya, az konuşmaya, sevdiğim şeyleri yapmaya gayret ederim. Uyku çok önemli. Fiziğimi ve kondisyonumu yürüyüşle koruyorum. Beslenmeme çok dikkat ediyorum. Fazla meyve, sebze tüketiyorum. Suyun cilde yararını zamanla fark ettim. Aslında sporcu gibi yaşamam lazım. Şarkı yazmakla spor yapmak arasındaki denge bazen beni zorluyor. Albüme, şarkılara konsantre olduğum dönemlerde başka herhangi bir şeye enerji harcayamıyorum.

Şebnem Ferah, kısa cümleli ikinci albümünü tamamladı

Kaynak: http://www.sebnemferahfan.com/?s=forum&a=3&id=1509 (soul_s_free)

Kiminle: Lale BARÇIN İMER (Hürriyet)

Tarih: 1999



Şebomuzun 1999 yılında A.K.C.K albümü için Hürriyet gazetesine verdiği bir röportaja rastladım arkadaşlar arşiv tararken...paylaşmak istedim..buyrun bakalım...




Şebnem Ferah, kısa cümleli ikinci albümünü tamamladı

Şebnem Ferah uzun bir aradan sonra piyasaya sürmeye hazırlandığı ikinci albümünde ‘‘Artık kısa cümleler kuruyorum’’ diyor, ancak bu çalışmanın arifesinde ilk röportajını verdiği Hürriyet'e bugüne kadar hiç kurmadığı kadar uzun cümleler kuruyor. Hayata, müziğe, ölüme, aşka dair... Türkiye'nin tek kadın rock şarkıcısı ünvanıyla bence zor bir misyon üstlenen, yine kendine özgü tarzı ve kendine ait besteleriyle yaşamı sorgulayan Şebnem Ferah'ın uzun cümlelerine daha fazla yer kalsın diye de sorularımızı kısa başlıklar altında topladık...

ALBÜM

Yine İskender Paydaş, Tarkan Gözübüyük, Demir Demirkan ile çalıştım. Hakan Kurşun kayıtları ve miksleri yaptı. Benim arzu ettiğim şey bu kez daha bir sade altyapı ve sounddu. Sahnede de o sounda ulaşılması daha kolay olsun istedim, çünkü konserler benim için çok önemli. Besteler için 1,5 yıl uğraştım. Bu albümde şarkı söylememin dışında şarkı sözlerimde anlatmak istediklerimi daha net bir şekilde aktarabildiğim için kendimi iyi hissediyorum. Herkesin kafasında kendi hayatına dair kurduğu denklemler oluyor. Ben benimki ne diye çok araştırdım.

DİNLEYİCİ KİTLESİ

Konserlerde gözlemleyebiliyorum. Türkiye genelinde yapılan müzikler dışında biraz daha başka arayışlara sahip olan yaş ortalaması yüksek bir kitle. Onlara karşı her zaman samimi olmayı hedefledim. Çünkü hayatta en dürüst yaptım şey bu. Müziğim artık belli bir tavra, kimliğe oturdu.

ROCK MÜZİK

Müzik sound'ları ve türleri artık o kadar önemsiz ayrıntılar olmaya başladı ki. Herkes her tür müziği ve enstrümanı istediği gibi kullanıyor. Öyle sert sound diye bir şey kalmadı. İçeriğin çok önemli olmaya başladı. Ben müzik dinlerken neleri seviyorum neleri sevmiyorum, bunları kendi müziğimi yaparken uygulamaya gayret gösteriyorum. Rock müzik dünyanın en ticari müzik türlerinden biri artık. Bu müziğe içerdiği anlamdan daha çok anlam, bu müziği yapan insanlara da bir takım klişeler yüklemeye çalışanlara kızıyorum.

PARA

Hayatımı sürdürecek kadar para kazandım diyebilirim. Daha çok konserlerden. Sonuçta bu gerekli, çünkü beste yapıyorum söz yazıyorum. Bir şekilde beslenmem lazım. İnsan evine kapanarak son derece kısıtlı imkanlarda yaşayarak bir süre yapabilir ancak. Hayatımı güzelleştirecek herşeye hiç düşünmeden para harcarım.

KONSERLER

Konser benim için çok önemli bir platform. Dinleyici olarak konuşuyorum. Albümündeki sound'u konser sahnesine taşıyabilen, taşımayı bırak doğru düzgün sunabilen o kadar az insan var ki. Biz hálá konservatuarlı mı eğitimli mi, onu tartışıyoruz. Kimse konservatuarlı olmak zorunda değil. Yaptığım işe ne kadar saygı duyduğum kıstas olarak alınmalı.

ŞARKILAR

Yaşadığım şeyleri yazıyorum şarkılarımda. İstediğim şeyi istediğim şekilde söyleme özgürlüğüm var. Yaşantımı çok irdelerim. İç dünyası aşırı hayalcilikle aşırı gerçekçilik arasında sürekli gelgitler yaşayan biriyim. İnsanlar şarkılarımı dinlediklerinden kendilerini onun içinde hissetsinler istiyorum.

ÇOCUKLUK

Ailemizde en belirgin şeyler sevgi ve güvendi. Sevgiyle büyütüldüğüm için iyimserlik kavramını çok erken öğrendim. Bu yüzden bilmediğim problemler beni hiç ürkütmüyor. 12 yaşımdan beri yatılı bir öğrencilik dönemi geçirdiğim için. O kadar tek başına yaşamaya alıştım ki. Bu da beni gözlemci bir insan yapmış. Hayata kendiliğinden hazırlıklı olarak yetişiyorum. Ailem tarafından bana verilen herşeyin acaip kıymetini bilmekteyim.

HAYAT

Hayatı zorlaştırmaya değil kolaylaştırmaya çalışıyorum. Seçme şansım olduğu şeyleri öğretilerim yettiği derece yönlendirmeye gayret ediyorum. Ama hayat her zaman insana seçme şansı tanımıyor. Büyümekle eş anlamlı bir şey. Öyle zamanlarda da hayata sarılabilmek, hálá boşvermemek ve iyi bir insan olmaya gayret etmek önemli. Herşeyi şekillendiremiyoruz. Hayatımız bazen kontrolden çıkabiliyor.

ÖLÜM

Hiç öyle bir korkum kalmadı. Yakın bir zamanda ablamı kaybettim ve o acıyı kalbinde, damarlarında, bütün vücudunda hissettiğin zaman bunun doğa olduğunu düşünüyorsun ve korku kalmıyor. Şarkı yazmak ve yapmak ölüme meydan okumak gibi bir şey.

ACI

Konuşmaktan çekineceğim hiç bir konu yok. Ablamın ölümü konusunda tek düşüncem annem ve babam. Onlara bu acıyı tekrar tekrar hatırlatmayı, üzmeyi istemiyorum. Bu durumu uzun süredir biliyor ve bekliyorduk zaten. Benim o an ilk hissettiğim şey annem ve babama destek olmaktı. Ben kardeş acısı çekiyorum ama, onlar evlat acısı çekiyorlar. Böyle bir şey başınıza geldiğinde bir anlam yüklemeye çalışıyorsunuz. İlk iki hafta ne hissettiğimi hatırlamıyorum. Ama sonra kendi başıma kaldığımda bunu hayatın bir yerine yerleştirip her türlü etkisini yaşamaya başladım. Albümde ‘‘Bugün’’ onun ardından yazdığım bir şarkı.

TÜRKİYE

Yakın bir zaman kadar aslında hiç başkaları gibi Avrupa ve Amerika'da yaşama arzusu hissetmemiştim. Herkesin sosyal ve ekonomik şartları daha rahat ülkelerde yaşamak gibi bir hevesi var. Keşke Türkiye öyle bir ülke olsaydı. Bazen insan bu şartlar altında verimli olmama imkan yok diyor. Bir çok şeyin anlaşılması, sevilmesini engelleyecek o kadar çok faktör var ki. Bu ülkede yaşayan insanların daha mutlu daha huzurlu, dünyada ne olup bittiğine dair daha büyük fikirleri olmasını istiyorum. İsterdim herkes bir şekilde eğitim alabilsin. Hálá daha bu ülkede bir ambulansa yol vermek yerine keyifli bir biçimde cep telefonunda konuşan insanlar var. Belki üç jenerasyon sonra insan hayatının çok önemli olduğu bir dönem yaşacak Türkiye.

AŞK

Heyecanla eşdeğer gibi geliyor bana. Aşk önemli ama, ne yazık ki bu konuda beklentilerimi karşılayabilmiş değilim. Herşeyin çok koşulsuz olduğu bir aşkı hayal ediyorum. 12 yaşından itibaren kararlarını kendi alan, sonra kendi parasını kazanan biri olarak hayatını kendin yönlendiriyorsun. Sonra adamın biri çıkıp 'yok bu doğru değil bu doğru' diyor. Hayatımın aşkıyla karşılassam bile yalnız yaşamaktan vazgeçebileceğimi sanmıyorum.

KADINLIK

Kadın olarak dünyaya geldiğim için mutluyum. Kadınlığımdan da... Aynaya baktığım zaman gördüğüm ve hissettiğim şeyden memnunum. Bu, insanın kendini tanıdıkça gelişen bir duygu.

SINIRLAR

İnsan yaptığı işe güveniyorsa mutlaka daha fazla insana ulaşmak ister. Ben yaptığım işin herzaman dünya standartında olmasını yeğledim. Kaydından albüm kapağına kadar her türlü ayrıntıda. Çarkın bir parçası olmak için müzik yapmıyorum. Birgün daha fazla insana ve daha fazla insanın anlayabileceği bir dille şarkı söylemek sözkonusu olacaksa, bunun doğal bir gelişim olduğunu düşünüyorum ve bu konuda çok doğru haraket ettiğimi düşünüyorum.

DÜNYA PAZARI

Gidip orada yaşamak oradaki insanlarla iletişim kurmayı öğrenmek gerekiyor. Burada yapmak istediğim bir albüm daha var. Kendimi arzu ettiğim noktaya getirebilirsem, başka bir dilde de insanlara aynı estetik duyguya geçirebiliceğimi hissedersem hemen tasımı tarağımı toplayıp başka bir ülkeye yerleşip, artık o dilde iletişim kurmayı öğrenmeye bakarım.

ANNELİK

Ablam çocuk doğurduktan, yani teyze olduktan, onun büyümesine tanık olduktan sonra bunun nasıl harika bir şey olduğunu gördüm. Şimdi bu duyguya daha yakın hissediyorum kendimi. Anne olmayı istiyorum. Hayata gelecek olan kişi için düzgün koşulları oluşturmadan, iyi bir anne ve baba adayı var olmadan böyle bir şey denemeye kalkmam. Cevapsız kaldığımda dönüp kendime bakıyorum. Ben beni seven anne ve baba tarafından büyütüldüm. Çocuğum için de yaşatmam gereken şey bu. Daha kendim şahane bir baba adayı bulmadan bu iş olmaz.

Yürek taşıdığımız sürece değerlerimizi kaybetmeyiz

Röportaj: Yürek taşıdığımız sürece değerlerimizi kaybetmeyiz

Kaynak: aksam.com.tr

Kiminle: Dalida Özatay (Akşam)

Tarih: 17.07.2005


Şebnem Ferah, yeni albümü Can Kırıkları'nı piyasaya çıkardı. Ancak bu kez aşktan çok söz etmiyor, çünkü olgunluğun getirdiği insanı değerlerin önemini anlatmayı tercih etmiş. Ferah, 'İnsanlar değerlerimizi kaybediyoruz diye feveran ediyor, oysa içimizde bir yürek taşıdığımız sürece insani duygularımız hep var olacak' diyor


Bazı sanatçıların albümü dinledikçe beğenilir. Sizinki de böyle... Peki neden böyle bir duygu yaşatıyorsunuz?


Çünkü amacımız, bir-iki parçanın öne çıkması değil. Albümü bir bütün olarak algılanması ve beğenilmesini istiyoruz. Benim bütün albümlerimde de böyle bir duygu yaşıyor insanlar. Bu da albümün daha uzun süre dinlenmesine neden oluyor. Bu da iyi bir şey.


Albümün hazırlık aşamasını anlatır mısınız?


Geçen albüm çıktıktan sonra bir-bir buçuk yıl yoğun bir konser turnesi geçirdik. Ben, albüm çıktıktan ve onun yenilik duygusu geçtikten sonra hemen bir yerlere bir şeyler karalamaya başlarım. Yoğun konser döneminde konsantre olup ince ince çalışmaya başlayamam. Önce dinlenmem gerekiyor. Sonra da her şeyi bırakıp müziğe yoğunlaşırım. Normalde, yaptığım bir şarkıyı kayderim, ertesi gün dinlerken hoşuma giderse üzerinde çalışmaya devam ederim. Bu da bana çok büyük bir gösterge oluyor. Kimi zaman bir parça çok kısa sürede biter. Ben öyle şarkıları daha çok seviyorum. Ve insanlar da tesadüfen çıkan öyle parçaları daha çok seviyor. Martta stüdyoya girdik. Yaklaşık üç buçuk-dört ayda albüm ortaya çıktı.


Müzisyen arkadaşlarınız her zaman beraber olduğunuz isimler sanırım...


Evet. Albümün prodüktörlüğünü Tarkan Gözübüyük yaptı. İlk iki albümde de onunla çalışmıştım. Dokuz yıldır sahnede çalıştığım müzisyen arkadaşlarım yanımdaydı. Hem eğlenceli hem de çok yoğun bir çalışma dönemi paylaştık. Beraber nefes alan, bir sürü şeyi beraber yapan insanların bir arada müzik yapması çok şeyi değiştiriyor. Bazen söze bile gerek kalmadan birbirimizi anlayabiliyoruz. Bu da öncelikle işi yapan insanı da çok tatmin ediyor, çünkü insanın yaşı ve tecrübesi geliştikçe, böyle şeylerin kıymetini biraz daha fazla anlıyorsunuz.


Olgunluk Şebnem Ferahı nasıl değiştirdi?


Elbette bazı şeyler değişiyor. Birincisi bir sürü konuda ilk kez yaşamak var, ikinci-üçüncü kez yaşamak var. Tecrübeleniyorsunuz. Tecrübelendikçe tepkilerinizin boyutu da değişebiliyor. Bunlar elbette ki sözlerime yansıyor. Benim fark ettiğim en büyük yansıma ise, kendi içimde çoklukla halledebildiğimi düşündüğüm şeyleri yeniden yaşıyormuşum gibi geliyor. Kendimi daha cesur buluyorum. Müziğe o kadar emek harcıyorum ki bu da bana özgürlük alanı sağlıyor. Bunlar benim saptadığım olumlu yönler. Zaman ilerledikçe bazı olumsuz etkiler de olabilir. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak daha kolay yoruluyorsunuz. Ama bunun da önlemini alıyorum. Çünkü yorgunken insan hiçbir şeye konsantre olamıyor. Müzik de konsantrasyon isteyen bir şey. Hayatımı bir müzisyen gibi yaşamak istiyorum. Ara verdiğim zamanlarda da müzikten kopmuyorum.


Albümdeki tüm sözler size ait. Peki Can Kırıkları nasıl doğdu?


Önceki albümden sonra şirkete gelen zarfların birinden bir kitap çıktı. Kitap, Karin Karakaşlı'ya aitti. İsmi ise 'Can Kırıkları'. Kitabın içini görmeden kafamda şarkı çalıyordu. Çok imrendim. Acıya dair güzel ve etkileyici bir ifadeydi. Ama konserler derken hemen oturup yazamadım. O kadar çok beğendim ve albümü de o kadar iyi temsil ediyordu ki, kendisini arayıp hem haber vermek hem de izin almak istedim, çünkü ilham almıştım. Çok memnun oldu. Albümün isim hikayesi işte böyle. Yani benim bulduğum bir şey değil...


Sözlerinizde bu kez aşktan çok söz etmiyorsunuz...


Bu albümde aşk çok az. Daha çok hayata bakış açımı, kendi kendime değerlendirmelerimi ve önerilerimi yansıtmak istedim. İlkel bir ahlak anlayışı, ilkel derken gelişmemiş demek istemiyorum. İnsanların uygarlıkla bütünleşmedikleri bir anlayışı anlatmaya çalıştım. Bunu da önceden oturup planlamamıştım.


AHLAK ÖNEMLİ BİR MEFHUM


Yazarken sizi neler besliyor?


Eğer üretiyorsanız, sinir uçlarınız hem kendi hem de etrafınızdaki hayat karşı çok duyarlı oluyor. İlla çok büyük şeyler yaşamak gerekmiyor. Mesela o kitaba bakıp, onu yanlış okuyabilecek veya hemen algılayabilecek biri de olabilir... Ben ikinci örnekteyim. Bu anlamda sünger gibiyim. Geçen albümde fazlaca aşka dair sözler vardı. Bunu da kendimce farklı ifade ettiğimi düşünüyorum. Bir konuda çok konuştuğunuzda aynı şeyleri tekrarlamak istemiyorsunuz. Bir yaştan sonra da insani taraf daha duyarlı oluyor. Yani ahlakın ne kadar önemli bir mefhum olduğunu görüyorsunuz. Klişeleşmiş namustan söz etmiyorum. İnsanların kendi ahlaklarını üretebilmesinin ne kadar önemli bir şey olduğunu ve bunu yapmadığımızda ne kadar büyük bir eksiklik içersinde yüzdüğümüzü sık fark eder oluyorsunuz. Demek ki, benim de içimde büyük bir etki alanı yaratmış ki, böyle sözler çıktı. Herkes nasıl rahat ediyorsa öyle yaşamalı. Ama toplu olarak yaşadığınızda sizin rahatlığınız, başkaların rahatsızlığı oluyor. Kendimce öneriler sunuyorum. Birinin duygularına çamur mu sürmek istiyorsun? Önce senin ellerin kirlenecek... Bu kirliliğin içinde önce sen olacaksın diyebilmek hoşuma gidiyor. İnsani değerlerimizi kaybettiğimizi düşünmüyorum. Herkes içinde bir yürek taşıdığı sürece bunların kaybolmasına imkan yok. Herkese mesaj vereceğim diye bir kaygım yok. Birileri bunu alıyor ve evine yani hayatına sokuyor. Zamanına ortak oluyorum. Türkiye'de artık müziğin çok içi boşaltıldı. Günlük hayatımda da sıkkınlığımı yanımdakine aktarmam. Bunu yapmak yerine anlarımızı güzelleştirmeye çalışırım. Ve birilerinin üç-beş dakikalık duygu yoğunluğuna ortak olabiliyorsam, bu benim için kıymetli bir şey. Ben bunun için hep çalışırım.


Konserleri yoğun geçen de bir sanatçısınız. Konser öncesi değişik bir ruh haline bürünüyor musunuz?


Yaklaşık 20 yıldır sahneye çıkıyorum. Son on yıldır da profesyonel olarak sahnedeyim. Ondan öncesinde de gruplarım vardı. Yani 15-16 yaşından beri sahnedeyim. Buna rağmen zaman geçip, tecrübeler arttıkça heyecanı yeneceğimi zannediyordum. Sonra anladım ki, bırakın bunu yenmeyi asla kaybetmemek gerektiğini gördüm ama heyecan bazen de ömür törpüsü olabiliyor. Biraz fazla heyecanlanıyorum. Ama bu heyecan elimin, ayağımın birbirine girmesi değil de karın ağrısı veya tansiyon düşüklüğü yaşatıyor. Sahneye çıktığım dakikada da kontrol altına alabiliyorum. Çalışkan biriyim. Çok prova yaparız. Hatta arkadaşlarım neden bu kadar çok prova yaptığımı sorar. Çünkü müzik çalarak güzelleşir diye düşünüyorum.


MÜZİSYEN OLARAK YAŞIYORUM


Sadece çalışmalarıyla var olan ender insanlardansınız. Bunu nasıl beceriyorsunuz?


Ben o alanı sevmiyorum. Klişe bir laf ama ben gerçekten kendimi değil, yaptığım şeyi sunmak istiyorum. Kendinizi sunmak istediğinizde daha çok görünebilirsiniz. Zaten her önüne gelene mikrofon uzatıyorlar, her önüne gelen de konuşuyor. Ancak benim bunu yapmama gerek yok ya da yapmakta bir anlam olduğunu düşünmüyorum. İnsanlarla karşı karşıya geldiğimde ürünümle ilgili saatlerce konuşabilirim. Fakat ben kiminleyim, nerdeyim, nerde dans ediyorum bunları abesle iştigal olarak değerlendiriyorum. Kesinlikle o şeklide yaşayan insanlara da her hangi bir şekilde lafım olamaz. Ama ben o yapıda değilim. Eğer öyle yaşıyor olsaydım yaptıklarımdan bahsedemez hale gelirdim. Yani o taraftaki yolu açtığınızda kimse size bu kız müzisyen, yetenekli gözüyle bakmıyor. Henüz özel hayatla işi arasında sağlıklı bir dengenin kurulduğuna şahit olmadım. Bir şeyler için de özel çaba harcamıyorum. Ünlü bir şahsiyet gibi değil, müzisyen olarak yaşıyorum. Zaman içinde gazeteciler, de kim ne istiyoru idrak ediyor ve saygı gösteriyorlar. Birbirimizin tercihlerine saygı göstermemiz gerekiyor.


Şimdiye kadarki çalışmalarınızdan sonra müziğinizi başka ülkelere götürmeyi istiyor musunuz?


Kim istemez ki? Ayrıca bazı gereksinimleri de barındırdığımı düşünüyorum. En son Los Angeles'a gittiğimde idrak ettiğim şey bunun rock müzik için doğru bir yol olmadığı oldu. Ben tepeden inme bir şarkıcı değilim. Bir gelişim süreci geçirdim. Her şey doğal bir şekilde ilerledi. Yani bazı şeyler için 'istiyorum' demek olmuyor. Her şeyini toplayıp, orada yaşayıp kendini sıfırdan bir kariyer oluşturmaya çalışacaksın. Bu da çocuk oyuncağı değil. Ama masa başında Türkiye'den bir artistin albümünü gönderme şeklinin de yetersiz olduğunu düşünüyorum. Başka bir dilde müzik yapacaksan o kültüre de hakim olmak gerekiyor.


Müziğin dışında nasıl vakit geçiriyorsunuz?


Çok çalışmak gerektiğini düşünen bir insan olarak, başka yaptığım şeyleri de müziğin etrafına toplamaya çalışıyorum, çünkü ancak bu şekilde kendimizi besleyebileceğimizi düşünüyorum. Çekirdek bir arkadaş çevrem var. Ailem var. Onlarla biraraya gelmek çok hoşuma gider. Zaman zaman yalnız kalmayı ve yaşayabilmeyi severim. Tek başına iyi vakit geçirmeyi becerebilen biriyim. En sevdiğim şeylerden biri de seyahat etmektir.


KORSAN MESELESİ BİR DOKU ZEDELENMESİ


Korsanın sadece ekonomik olduğuna inanmıyorum. Bu sadece sosyal doku zedelenmesidir. Kimsenin saygısı yok ki artık, niçin gidip parasını ona versin? İnsanlar saygı duyulacak bir şey kalmadı diye hissediyor.


DALİDA ÖZATAY dalida.ozatay@aksam.com.tr

Yeter Ki Açık Olsun Perdeler

Röportaj: Yeter Ki Açık Olsun Perdeler

Kaynak: bluejean.com.tr

Kiminle: Doğu Yücel-Ayhan Abayhan

Tarih: 2001


Volvox zamanlarından beri müzikal kariyerini severek takip ettiğim Şebnem Ferah ile röportaja gidiyorum. Yanıma Ayhan Melissa Abayhan'ı (Evet evet tam adı böyle:)) da aldım ki, olası bir heyecanlanma olursa olaye el koyabilsin.


'Artık Kısa Cümleler Kuruyorum'un ardından geçen 2,5 yıl boyunca neler yaptınız?

Kendi şarkılarımı yaptığım için insan ne zaman bir albüm için yeterli materyale sahip olduğunu düşünürse o zaman albüm yapar. Dolayısıyla bu 2,5 sene benim için çalışmakla ve insanlara sunabileceğim şarkıları yapmakla geçti. Son bir sene içinde özellikle buna yoğunlaştım. Bunun bir beş ayı stüdyoda geçti zaten. Ondan önceki senede ön hazırlık dönemi oldu. Bazen dört ayda albüm yapasınız, bazen dört senede. O yüzden kendime bir sınır veya tarih koymuyorum.

İlk iki albümde beraber çalıştığınız Tarkan Gözübüyük, Demir Demirkan ve İskender Paydaş üçlüsü yok...

Bu albümde sahnede beraber olduğum kadro var. O üçlü ile beraber olamamamın tek nedeni zamanlama. Demir kendi albümü ile ilgileniyordu. İskender'in de üzerinde çalıştığı albümler vardı, toparlanamadık. Şarkılarım da hazırdı. İnsan hazır olduğu zaman acele eder. Ben de bir an önce stüdyoya girmek istedim. Bu arada başka yabancı prodüktörlerle görüştük. Ama orada olaylar burdakinden on kat daha yoğun olduğu için 2-3 yıllık takvimleri zaten belli. O yüzden ya çok bekleyecektim, ya da işleri kendim toparlayacaktım.

Yabancı prodüktörler, mesela hangileri ile görüştünüz?

Dinlediğim albümlerin beğendiğim prodüktörleri ile görüştük. Glenn Ballard'dan tutun, Skunk Anansie'nin son albümündeki prodüktöre kadar. Hepsiyle bir şekilde yazışıldı ama zamanlama problemi oldu. En net yanıtı Arif Mardin'den aldık. O da Türkiye'de bir şeylery apmak istiyordu. Demoları da dinledi ve çok beğendi. Onn oğlu var, iyi bir ekibi var. Ama yine zamanlama problemi nedeniyle olmadı.

Bu defa belki de o üçlü (Tarkan, Demir, İskender) olmadğından dolayı daha sade bir sound var albümde. Siz Perdeler'in sound'undan memnun musunuz?

Benim önceki albümlerimden de çok dolu parçaların yanında çok sade şarkılar da var aranje açısından. Bu albümde şarkı ne istiyorsa onu yapmaya çalıştım. 'Perdeler' gibi çok dolu parçalar da var, 'Saatim Çalmadan' gibi çok sade parçalar da. Bu defa sahne arkadaşlarımla beraber çalıştığım için sahneye de kolay taşınabilir bir sound oluşturmaya çalıştım. Konserlerin hatasıyla sevabıyla ayrı bir sıcaklığı vardır. Bunu yansıtmaya çalıştık. Çok planlanarak oluşan bir proje yerine daha doğal bir şey istedim. Bu illa ki bir sonraki albümün de böyle olacağı anlamına gelmiyor tabii. Sonuçta ilk albümümü yaparken 24 yaşındaydım. Kendimi nasıl sosyal anlamda geliştirmeye çalışıyorsam, müzikal anlamda da gelişiyorum. En azından değişiklik olması gerekir. Ama çok farklı bir tarza da yönelmem beklenemez. Küçüklüğümden beri rock dinliyorum ve çalıyorum, bunun benim üzerimde dominant bir yapısı var. Ben ancak ayrıntılarda değişiklikler yapabilirim. Mesela 'Sigara' bence daha önce yaptıklarıma benzemiyor. Farklı melodik yapılar, küçük küçük şeyler de değişiklik yapmak isterim ben. Sonuçta yine aynı enstrümanlar var bu albümde ama diğerlerinden farklı yanları da var.

'Perdeler'in Apocalyptica grubuyla seslendirdiğin bir versiyonu daha var albümde. Var olan bir şarkı yerine bambaşka bir şarkıda onlarla çalışsan daha iyi olmaz mıydı?

Ama 'Perdeler' o zaman zaten yepyeni bir parçaydı. Biz onlara önceki albümlerle beraber bu albümün demo kayıtlarını gönderdik ve onların seçmesini istedik. Kesinlikle onları yönlendirmek istemedik. Onlar da 'Perdeler'i seçti. Bu albüm için yabancı prodüktör arayışında olduğumuz etapta Apocalyptica da görüştüğümüz birileriydi. Onlarla zamanlama problemi de olmadı. 'Perdeler'i performe edebileceklerini söylediler. Fillandiya'ya gittik ve kaydettik. Başka bir şarkıyı onlarla baştan sona organize ve aranje etmek çok daha uzun bir çalışma gerektirdiği için her iki taraf da böyle bir çalışmayı uygun gördü.

İlk video klip 'Perdeler'e çekildi. Karanlık ve ağır bir klip. Daha renkli, daha kolay anlaşılır bir video ile başlamak yerine neden bunu seçtin?

Söz itibariyle 'Perdeler' çok önemli birparça. Aslında albümde 'Sigara' ve 'Sil Baştan' gibi şarkıların daha akılda kalıcı olduğunu, daha çabuk izleyiciye geçeceğini düşünüyorum. İkinci albüm sırasında babamı kaybettim, başka şeyler oldu, üst üste hep ağır tabir edilen şarkılarla tanırken o havayı biraz es geçtiğimizi düşündüm. Beni konserlerde takip eden hiçbir yerde yalnız bırakmayan kemik bir kitle var ve öncelikle onlara karşı kendimi sorumlu hissediyorum. 'Perdeler' son 2,5 yıldır kendimi nasıl beslemeye çalıştığımı, kendime neler katmaya çalıştğımı müzikal olarak da lirikler açısından da çok iyi açıklayan bir şarkı, o yüzden de mantıklıydı.

Albüm kapağında internet siteni hazırlayanlara teşekkür etmişsin, biz de bir göz attık. Albüm çıktıktan sonra forum bölümlerine göz attın mı, albümle ilgili eleştiriler yazmışlar çünkü. Dikkatimizi çekti, 'Günaydın Sevgilim' şarkısını pek beğenmemişler...

Sanırım beğenilmemesinden ziyade insanlar benden mutlu bir şarkı duymaya alışkın değiller. Yani ben 'Vazgeçtim Dünyadan' gibi şarkılarla dinlemey alıştıkları için ben o şarkının bu gibi tepkilerle karşılaşacağını biliyordum. Ama hakikaten ilk kez hayatımda mutlu bir şarkı yapıyordum. Genellikle çoğu insan acı çektiğinde daha üretken olur, ben de öyleyim. Ama mutlu olduğum anları nasıl dile getirebiliyorum acaba şeklinde kendimi test etmek durumundaydım. Bu şarkıyı çok severek ve hissederek yazdığımı söylemeliyim. Konserlerde çok eğlenceli bir hal alacağını düşünüyorum.

'Kısa Cümleler...' albümünden sonra Non Serviam'a verdiğin röportajda benim dikkatimi çeken bir şey olmuştu (Doğu çok meraklı bir insandır bu arada:)) orda 'büyüyorsun ve kendi içinden sıyrılıp yukardan bakmayı öğreniyorsun' diyorsun, bunu sıkıcı bulmuyor musun, yani sanki kendi hayatını izliyorsun gibi, ben öyle algıladım...

Evet, açıkçası çok doğru birşey söylüyorsun, şimdi ilk kez düşünüyorum bu konuyu. Bazen olduğun noktadan kendini dışardan da görebilmek eğer objektif ve gerçekçi biriysen, eğer kendine yalan söylememeyi beceren biriysen- aslında çok güzel birşey. Özellikle müzikle uğraşıyorsan bu çok iyi bir özellik, yani lehine çalışabilir bir özellik. Bu benim kaybetmemeye çalıştığım bir özellik aynı zamanda. Ama tabi kötü tarafı da var, bazen bazı şeylerden keyif almanı engelleyebiliyor. Bir bakyorsun plan yapan, hata yapmamaya çalışan bir insan olmuşsun, bazen insanın kendini su gibi bırakması da gerekebilir, hataysa hata yani. Ama ben kendi adıma bu durumu dengeleyebildiğimi düşünüyorum.

Dışarıya açlıma konusunda neler düşünüyorsun? Yani seni dinlerken keşke dışarıya yönelik de birşeyler yapsa diye düşünüyor insan. Var mı böyle planlar?

Bu müziğin yurtdışında örnekleri olduğu için mutlaka İngilizce yapılması gerekiyor öncelikle. Yerel ya da ne bileyim Latin sound'lar için dile yönelik bir zorunluluk yok ama söze ve müziğe dayalı bir albüm yapıyorsan dilin çok önemi var ve İngilizce yapılması da şart. Bu albümü yaparken çalıştığımız konuştuğumuz prodüktörlerden, benim yaptığım işin dışarda da bir şansı olduğuna dair olumlu mesajlar aldım. Yurt dışı için ne yetenek, ne sound bütünlüğü açısından hiçbir eksiğim ya da problemim olmadığı söylendi bana, bu mutluluğu yaşadım. Dolayısıyla bundan sonrası akıllıca bir plana kalıyor. Hatta şu andan itibaren bu albümdey er alan bazı şarkılara İngilizce söz yazıp yenidne stüdyoya gireceğim. Yani bu yöndeki çalışmalarım yavaş ama gerçekçi bir tavırla ilerliyor.

Yeteneksizler de bu işi yapıyor

Röportaj: Yeteneksizler de bu işi yapıyor

Kaynak: aksam.com.tr

Kiminle: tebesir.com

Tarih: 05.09.05


Rock müziğin güçlü sesi Şebnem Ferah iki yıl aradan sonra çıkardığı Can Kırıkları adlı albümü ile alışılmışın dışında tarzı ile dikkat çekti. Değişen sound'unun yanı sıra, olgunlaşmış bir ruh hali ile de hayranlarının karşısına çıkan Ferah, www.tebesir.com'da yayınlanan röportajında yine yaşama dair öğütler verdi. Müzik dünyasını eleştirmeden de druramayan Ferah, 'Müzik, hiçbir dönem şimdi olduğu kadar suistimal edilmemişti' dedi.


Kendinize dışarıdan baktığınızda sanatçı kimliği ile değil de, sıradan biri olan Şebnem Ferah'ta ne görüyorsunuz?


Doğrusu benim ''sanatçı kimliğim'' ve ''özel kimliğim'' diye iki ayrı kimliğim yok, ya da ikisi çok içiçe. Her şeyden önce müzisyenim. Günlük hayatta neysem stüdyoda da, sahnede de oyum. Genellikle şarkılarımda yansıttığımdan daha eğlenceli ve sakin biri olduğumu söylerler ama şarkılar zaten ''anlık yoğun'' duyguların dışa vurumu olabiliyor.


Ablanız Aycan Ferah'ı trafik kazasında ve babanız Ali Ferah'i da 17 Ağustos depreminde kaybettiniz. Bu kadar büyük iki acıdan sonra nasıl toparlanabildiniz?


Ablamı trafik kazasında değil yıllarca süren rahatsızlığı sonucunda kaybettim. Babamı da tam 11 ay sonra. Aslında bunlar, rahatlıkla konuşabildiğim konular değil yani insan ne yaparsa yapsın tam olarak toparlanamıyor belki de. Bir taraftan hayat devam ediyor ve siz de buna ergeç adapte oluyorsunuz ama diğer taraftan içinizde yarıklar oluşmuş oluyor. Güçlü olmak zorundayız yoksa yaşayamayız, ben de elimden geldiği kadar öyle kalmaya çabalıyorum.


Bu acılardan sonra hayat felsefeniz, Tanrı ve din konusundaki düşüncelerinizde ne gibi değişiklikler oldu?


Az önce de söylediğim gibi hayatın değerine birazcık daha yaklaşmış oluyorsunuz, bendeki en büyük etkisi bu oldu. Ama genel olarak inanç sistemimde büyük bir değişiklik yaptığını söyleyemem.


Evde kaldığınızda boş zamanlarınızda ve tek başınıza kaldığınızda neler yaparsınız?


Yalnız yaşıyorum. Evim benim kalem gibidir. Müzik çalışmalarımın büyük bir kısmını da evimde yapıyorum. Zaman zaman arkadaşlarım gelir, film seyrederiz, müzik dinleriz, sohbet ederiz, onlara yemek yapmaya bayılırım.


Aşkı nasıl tanımlıyorsunuz, aşk acısı çektiniz mi?


Aşkı tanımlamaya çalışamam, bazı şeyleri kelimelerle anlatmak anlamını küçültmek gibi geliyor bana. Aşka dair her türlü duyguyu; mutluluğu da, acıyı da yaşadım elbette. Şarkı yazarken de yaşadıklarınız duygularınıza büyük ölçüde şekil veriyor.


Sizi ilk keşfeden Sezen Aksu ve Onno Tunç oldu. Onlarla nasıl tanıştınız?


O zamanlar TRT'de Kokteyl diye bir program yayınlanırdı, grubumla beraber (Volvox) o programa katılmıştık. Tesadüfen o bölümü Sezen Aksu seyretmiş. Ertesi gün stüdyoya gittiğinde de 'Dün akşam bir kız dinledim, hem gitar çalıyordu hem şarkı söylüyordu. Kim bu kız?'' diye anlatıp, beğendiğini söylemiş. O sırada onunla stüdyoda ses mühendisi olarak çalışan kişi de benim arkadaşımdı. 'İsterseniz ben sizi tanıştırırım ' demiş ve ben İstanbul'a geldikten sonra stüdyoya çağırdılar ve tanıştık. Onno Tunç'la beni Sezen Aksu tanıştırdı. Benim icin değerleri büyüktür.


Tecrübeden yoksun kuru bir eğitimle başlayan müzik kariyeri sizce sürdürülebilir mi?


Eğer bügün ülkemizde müzik endüstrisinde bir çöküş yaşanmaktaysa bunun en büyük sebebi planlanarak yapılan albümler. Bazı alanların gereklilikleri vardır, doktor hata yaparsa, hastasını kaybedebilir, mühendis hata yaparsa bina çökebilir ama müzik bunlara göre daha basit ve ''İsteyenin şansını deneyebileceği'' bir alan gibi gözüktüğü için hiç bir donanımı ve hatta yeteneği olmayan insanlar da bu işi yapabiliyorlar. Bu sadece bizim ülkemize has bir şey değil dünyada da böyle. Normal de. Ancak gerçekte müziğin de tüm diğer alanlar gibi aslında bazı kesin gereklilikleri vardır. Herhalde hiçbir dönem; bugün edildiği kadar suistimal edilmemişti. Kültürel olarak doku kaybı yaşıyoruz. Bu doku kaybı yüzünden artık büyük bir çoğunluğun da standardının çok aşağılara düştüğünü üzülerek gözlemliyorum.


Şarkılarınızı özellikle ne zamanlar yazıyorsunuz?


İlham perisine gelince, gelebilmesi için çok çalışmak gerektiğine inananlardanım. Yaklaşık 7-8 ay boyunca eve adeta kapanır, sürekli notlar alır, kayıtlar yaparım. Daha çok geceleri çalışırım, ya da sabah cok erken kalkıp hemen çalışmaya başlarım. Zaten artık neredeyse 24 değil; 30 yada 32 saatlik periyotlardan oluşuyor günlerim. :) Bir albüm benim icin uzun bir şarkı gibidir dolayısıyla şarkıları birbirinden ayıramam.


Bir sonraki albümde sadece piyano bile kullanabilirim


Bu albümde parçalar, genel olarak alışılmış gibi değiller. Bunda benim dinleyerek büyüdüğüm müzisyenlerin etkisi de çok büyük. Ben sektörün uygun gördüğü müzikleri yapanları dinleyerek büyümedim, inandığı müziği mükemmel bir şekilde hayata geçirebilen farklı farklı müzisyenleri dinleyerek büyüdüm. İnsanlar 4 satırdan ibaret şarkılara alışmışlar, benim şarkılarım uzun değil bence, olması gerektiği kadar. Giderek sertleşmek de yapay bir şekilde verilmiş bir karar değildir. Ben her an; bir sonraki albümümde yalnızca bir piyano eşliğinde de şarkı söyleyebilirim , müziğe yaklaşımım sertlik ya da yumuşaklık gibi şeylerin çok farklı bir yerinde. Bir şarkıyı milyon tane farklı biçimde düzenleyebilirsiniz asıl önemli olan taşıdığı tavırdır bence. Dolayısıyla sertlik ya da yumuşaklık benim enstrüman seslerinde aradığım bir şey değil, sadece piyanoyla söylediğiniz bir şarkı da; klasikleşmiş anlamda sound olarak olmasa da; çok sert olabilir


Hüznümü şarkılarda anlatıyorum


Somut olarak yaşadıklarımla hislerim zaten birbirinden çok bağımsız olamaz, elbette birbirlerini tetikliyorlar. Günlük hayatımda arkadaşlarıma çok derdimi anlatan biri değilimdir, olumlu olmayı severim, iyi vakit geçirmeye gayret ederim, varsa; üzüntülerim hakkında çok konuşmam. Sanırım bu yüzden tek başıma kalıp yazmaya başladığım zaman hep bu içimde kalan hüzünler çıkıyor, ki bu da çok normal Dünyadaki şarkıların yarısından fazlası herhalde böyle bir ortak paydada buluşuyordur.

Volvox

Röportaj: Volvox

Kaynak: sebnemferahfan.com (Turgay Suat Tarcan)

Kiminle: Süreyya İzgi (Laneth)

Tarih: Mart 1992

RÖPORTAJ: Süreyya İZGİ, Çağlan TEKİL

FOTOĞRAFLAR: Süreyya İZGİ, Maruz MÜŞKÜL



Soğuk ve karlı bir İstanbul günü. Ben, Çağlan ve Maruz, bu kez Acıbadem yollarındayız. Canımız acıbadem çektiğinden değil, Volvox’la söyleşimiz var. Soğuk titretici. Tipi ise, tarafımdan gerekli uyarı yapılmış olmasına karşın Çağlan Bey’in minibüs şöförüne “müsait bi yerde” demesini engelletici boyutlarda. Böyle olunca zaten o tipide onbir dakikadır beklettiğimiz Duygu’yu bir 30 saniye daha bekletiyoruz. Duygu üçümüzü gördüğünde o tipide daha fazla beklemek zorunda kalmadığına sevindiği için gülümsüyor ve alabildiğince hızlı adımlarla üzerimize doğru geliyor. Maruz ve Çağlan’ın “Hadi tanımıyormuş gibi yapalım” önerisini esefle kınadıktan sonra elinde üçümüzün de gözünün dönmesine yol açan pasta kutusu olan Duygu’ya titreyen ciğerlerimin elverdiği ölçüde çıkan sesimle bir mereba çakıyorum. Çağlan’la Maruz tanımıyormuş ayaklarında yürüyerek bir Kadıköy yapıp geliyorlar. Şöför eğitim pisti gibi bitakım garip sokaklardan geçip, Gül’ün iki arkadaşıyla paylaştığı evine ulaşıyoruz. Kapıyı açan Şebnem “Hoşgeldiniz” değil, “Eyvah, terliklerle çıktım, görmesinler” deyip içeri kaçıyor. Neyse malum hoşbeş filan derken sıra nihayet pastayı yemeye... pardon röportaja geliyor. (ananas ve kiviliymiş...).

“Soru hazırladın mı oolum?” uyarılarıma karşın “Ben soru hazırlamam, emprovize röportaj yaparım” diyen Çağlan’ın –aksilik işte- röportaj öncesinde emprovatörünün bozulması üzerine (pardon kızlar) köt kibi kaldık bir an. Ama yeri göğü sarsan dehamla bir röportajda sorulabilecek en kötü ilk soruyu sordum Volvox’un prenseslerine: Acaba sürekli Şebnem’in lanse edilmesi, Volvox’un frontwomanıymış gibi davranılması Ebru, Duygu ve Gül’ü rahatsız etmiyor muydu? Hayır. Onlara göre genelde vokal ilgi çektiği için Şebnem ön planda. Ama grupta liderlik diye birşey yok. Yine de grubu Şebnem’in kurduğunu ve tüm beste/lirikleri de hazırladığını öğrenince bu konudaki merakım tatmin olmamış, giderilmemiş bir biçimde yüreğimin şurasında kalmaya devam etti. Böylesi abuk bir soruyla başlamamı “Haydaaa” nidalarıyla karşılayan Çağlan, neyse ki grubun kuruluş hikayesini sorarak durumu toparladı. Not aldığımız kağıtta yazmıyor ama sanıyorum 1988’de Şebnem’in kurduğu Volvox, o dönem klavyeci Arzu ile birlikte 5 kişiymiş. Şebnem ilk olarak gitar dersi alan Duygu’yla bağlantı kurmuş. Ondan okey alınca klavyeyle ilgilenen Ebru’yu da bas çalmaya ikna etmiş. Gül’ün nasıl katıldığını niye kimse söylemedi yaaa? Herneyse, o da Megadeth’te çalıyormuş, Volvox’tan teklif alınca buraya gelmiş işte. Bir süre sonra klavyeci Arzu ayrılmış ama yerine de kimse alınmamış. Çünkü grup klavyeci istemiyormuş. Volvox olarak ilk konserlerine 3 Aralık 1988’de Mirage’le birlikte Bursa’da çıkmışlar. Konserde unutulmadık bir ilgi gören Volvox, o günlerde en az haftada bir çalışma yapıyormuş. Şimdi ise elemanların ayrı şehirlerde, ayrı okullarda olması, sık sık biraraya gelmelerini engelliyor. Okullar deyince Şebnem ODTÜ İktisat’ta, Duygu Boğaziçi Felsefe’de, Ebru Boğaziçi İngiliz dilinde, Gül ise Marmara Güzel Sanatlar Endüstriyel Tasarım’da okuyor. Yurdun ve İstanbul’un muhtelif yörelerine dağılmış olmaları çalışmaları bir miktar aksatıyorsa da, mümkün olan en sık aralıklarla stüdyoya kapanıyor dörtlü. Çünkü Volvox onlar için çok önemli ve grup için yapılan çalışma da herşeyden üstün. Yani büyük gerekçeler dışında (sınav gibi) biri çalışalım dediğinde hayır diyen olmuyor.

Gençler, güzeller... Peki bir grup kurup rock yapmaları nasıl karşılanmış? Önce aileler diyoruz. Ağız birliği etmişcesine dördü de – hatta konu mankenliğinden sıkılmış görünen Maruz da eşlik ediyor onlara – “Oooo canım annemler, babamlar” diyor. Yani bu yanıt ailelerinden sürekli destek aldıklarını ortaya çıkartıyor. Olumsuz tepkiler ise, çok şaşırtıcı ama en çok kızlardan gelmiş. “Çünkü kızlarımız dünyaya at gözlüğüyle bakıyor. Gelişmek, değişmek onlar için sadece biçimsel. Yani kafalarda hiçbir gelişme yok.” diyor Şebnem. (Haklı) Erkeklerin daha yapıcı eleştirilerle yaklaştıklarını söylüyorlar. Aslında başta “Bu iş erkek işidir” gerekçesiyle ya da küçümser havalarda tepki gösteren erkekler de olmuş ama Volvox’un başardıklarından sonra bu tavırlar yerini dostluğa, yapıcı eleştirilere bırakmış. Peki, grubun kızlardan oluşması nasıl karşılanmış? Cevap güzel: “Kız grubu diye bir şey yoktur. Rock grubu vardır. Önemli olan o müziği yapanların cinsiyeti değil, nasıl yaptıklarıdır.” Eh, bunun üstüne Hıbır-Laneth-Tempo’nun ortaklaşa düzenledikleri Yılın Oscarları’nda En Seksi Kadın kategorisinde Volvox’un dört elemanının ilk beşte olmasını nasıl değerlendirdikleri sorulur yani. Sorduk netekim. Gül, 3.lüğü Zürafa’ya kaptırdığı için moralman yıkıkmış... Yok yok, bu konu için sadece “Halkın takdiri, bizi sizler yarattınız, canlarım” demekle yetiniyorlar desem yalan olur, çünkü Şebnem bir de “Başka seçenek olmadığı için bizim seçilmemiz çok doğal” dedi...

Makyaj ve dekolte konusuna gelelim. Volvox, ilk zamanlar konserlere özellikle makyajsız ve erkek görünümlü çıkarmış. Çünkü “kötü müziklerini görünümle kapatıyorlar” türü lafların çıkartılmasını istemiyorlarmış. Hatta sahne arkasında makyaj yüzünden az kavga etmemişler. Ama son zamanlarda Volvox’u makyajlı görüyoruz. Acaba çok mu hata yapıyorlar da, görünümleriyle mi kapatıyorlar??? Tabii ki hayır! “Bizim için başkalarının ne düşündüğü önemsiz. Kendimizi o gün nasıl hissedersek öyle çıkıyoruz. Makyaj ve dekolte konusunda bir saplantımız yok. Ve bunları kesinlikle hata örtmek için kullanmıyoruz.” diyor dört volvo...

Volvox’un İstanbul’da ilk konseri malum Pangaltı İnci’ydi. O konserden hayli memnun ayrılan grup en kötü konser olarak Dünya Öpüşme Günü’nde La Nuit Bar’dakini gösteriyor. Gerek Şebnem’in kısık olan sesinden dolayı düşen vokal performansı, gerekse ses tesisatında meydana gelen aksaklıklar yol açıyor bu değerlendirmeye. Seyirci derseniz, en çok İstanbul seyircisini beğeniyorlarsa da bazen aşırı agresif olduklarından yakınıyor Volvox. “Onlar azınca biz de gaza geliyoruz ama çaldığımız yere zarar gelmesini istemiyoruz. Yani zarar vermedikçe coşkuya evet.” diyorlar. Bu arada bazı hatun seyircilerin saygısız davranışlarından da şikayetçiler. Dinlediklerini sorduğumuzda “radyo” diye özetliyor baştan beri sımsıcak esprileriyle evi ısıtan Gül. Biraz açarsak Türkiye’den Pentagram ve Asım Can diyorlar. Tam yabancıları soracakken “Dr.Skull” diye atılıyor Duygu. “Helal işte, oleey, yakışır, babbaa beaa” gibi kelimelerle Duygu’nun açıkladığı görüşü olumlu bulmanın ötesinde iki de takla atarak destekliyorum. (Ben de-Ç). Gavurlardan ise Rainbow, Guns n’Roses, Malmsteen, Satriani ve Deep Purple’ı seviyorlar. Bu arada “Biz Metallica’yı aştık” gibisinden ukalalık yapanlara “Biz hala aşamadık, Metallica dinliyoruz.” diyorlar. Son olarak grubun gelecek planlarını soruyoruz. “Yaptığımız hobi değil. Şu an bizim için bir okul, bir de Volvox var. Birini seçmek zorunda değiliz. Bu işten para kazanmak zorunda olmayı istemiyoruz. Artı, ev kadını olsak bile bu müzik yapmamızı engellemez. Yakın bir gelecekte demo düşünüyoruz. Öyle ki, demosuzluktan birçok teklif almış olmamıza rağmen TV’ye evet diyemiyoruz. Önce bunun üzerine gideceğiz. Belki daha sonra yasal kaset de olabilir.”. Ya yurtdışı bağlantısı? (Hani sondu lan?) “Bu olaya biraz gerçekçi bakıyoruz. İnsan nerede yaşadığını ve imkanlarını bilmeli. Karşı tavrımız yok ama en azından şu an yurtdışı için hiçbir düşüncemiz de yok” diyorlar.

Önceden soru hazırlamamanın ezikliğiyle şekilden şekile girerek (Çağlan top şekline girdi) ve daha önemlisi Duygu, Gül, Ebru ve Şebnem’in elleriyle yaptıklarına hiçbirimizi inandıramadıkları pastayı yerken kendi ağızlarımızla yaptığımız röportajı böylece bitirdik. Kızlar tam kurtuldukları hissine kapılmışken Maruz ve ben fotoğrafçı şekline girerek toplam 74 karelik fotoğraf maratonuna davet ettik onları. Tabii ki kırmadılar bizi. Evet beyler, bu yazı bu kadar. Son turlar, hadi bakalım kapatıyoruz artık.



NOT: Yıllar önce yaptığı bu röportajı üşenmeden scan ettirip bana ulaştıran, böylece klavyeye geçirmeme yardımcı olan Süreyya Ezgi'ye çok teşekkür ediyorum. (07.09.04 - TST)

Şebo'nun Dönüşü

Röportaj: Şebo'nun Dönüşü

Kaynak: milliyet.com.tr

Kiminle: Can Dündar (Milliyet)

Tarih: 26.12.2003


'Deli kız' ilk kez 15 yaşında sahneye çıktı. Şimdi 30'ların olgunluğunu yaşıyor. "45'ime geldiğimde yine müzik yapacağım ama giderek yalınlaşacağım" diyor



Kaldığı otelin lobisinde buluştuğumuzda başında rengarenk bir kukuleta, yüzünde muzip bir gülücük vardı. Türkiye'nin rock yıldızı olduğuna inanmakta zorlanırdınız. 1997 başında onu bir müzik şirketinin bürosunda ilk kez gördüğümde de aynı şaşkınlığı yaşamıştım. Yine başında gündelik bir bere vardı. Tanıyamadım. Oysa ilk klibi Yağmurlar çıkmış, şarkı dillerde gezer olmuştu.

Sonraki aylar boyunca Kadın dışında albüm dinlemeyecek, nerede bir Şebnem Ferah konseri yakalarsam gidip izleyecektim.

Adı televolelerde hiç gezinmedi ama kısa zamanda rock denince akla gelen isim oldu.

Kemancı'da, Saklıkent'te, ODTÜ'de defalarca izledim onu…

Ve her çıkan albümünde Kadın'ın tadını aradım.



Siyah deriler içinde

'Kukuletalı muzip kız', söyleşimizden üç saat sonra Saklıkent'in sahnesindeydi ve üç saat önceki çocuksu halinden eser yoktu. Dümdüz saçları asice dalgalandırılmış, vücudu adeta siyah ikinci bir deri ile kaplanmış, elindeki gitarla bir Suzy Quatro görüntüsüne bürünmüştü.

Baş, orta ve serçe parmaklarını havada dalgalandıran, cep telefonlarıyla fotoğraf çekip, ses kaydı yapan gençlerin "Şebo sen bizim her şeyimizsin" tezahüratı ve kırmızı-mor ışıkların huzmesi altında elektro gitarının tellerine vurdu Şebnem; gitarın uğultusuna çığlığıyla eşlik etti:

"Çocukken sahip olduğum kırmızı rugan ayakkabılar/ onlar da senin gibi çok tatlıydılar/ama canımı yakardılar, acıtırdılar."



Kırmızı rugan ayakkabılar

'Kırmızı rugan ayakkabılı kız', bir tatil kasabasında doğmuştu.

Ailesi Yalova'ya Üsküp'ten gelmişti. Tam bir sokak çocuğuydu, 'deli kız'… Dersleri de iyiydi ama, okul dönüşü önlüğü atıp top peşine koşanlardandı. Öğretmen olan babası bağlama, mandolin, piyano çalar, arada annesiyle düet yapıp Rumeli türküleri söylerlerdi.

Küçük Şebnem'i müzisyenliğe sevk eden, biraz da ailedeki müzik sevgisi oldu.

İlkokulu bitirince Bursa kolejine yatılı kaydoldu. 13 kızla bir arada kaldığı yatakhanesinde tek mutluluğu müzik dinlemekti. Ablası evde Abba dinlerdi. Okulda volkmeninin kulaklığında ise Bon Jovi gibi popüler rockçılar vardı. Artık kararını vermişti:



Şarkı söylemek istiyordu.

Lise 1'de Yalova'daki bir akrabasına bisikletini verdi, gitarını aldı. Şimdi deli gibi gitar çalıyor ve İngilizce şarkı sözleri yazıyordu.

Yatılı okuldan izinli olduğu Çarşambaları akustik gitar dersleri alıyor ve hafta sonları Yalova'daki odasında klasik gitarı ve küçük keyboard'uyla Scorpions'un Still Loving You'su gibi balatları çalmaya çalışıyordu. O yıllarda bir Londra gezisinde Soho'da bir müzik mağazasından Seth Riggs'in CD ve kitaplarını aldı. Riggs, Madonna'dan, Pavarotti'ye kadar pek çok müzisyen yetiştirmişti. Onun CD'lerinden gırtlağını nasıl kullanması gerektiğini öğrendi. Hâlâ her konser öncesi Seth Riggs'in CD'leri ile etüd yapmadan sahneye çıkmıyor.



Volvox dönemi

Lise 2'de Bursa'daki bir stüdyoda kiralık enstrümanlarla ilk grubunu kurdu:

Pegasus.

1987'de Bursa'da düzenlenen bir rock festivalinde ilk kez sahneye çıkıp şarkı söyledi. "Mükemmel bir histi."

Henüz 15 yaşındaydı.

Bir süre sonra Pegasus dağıldı. Şebnem, birlikte müzik yapacağı grupla arkadaş olmanın önemini keşfetmişti. O yüzden yeni grup için en yakınlarını topladı. Gitarcı Duygu, davulcu Gül, basçı Ebru bir de keyboard'cu bulup birleştiler. Bu, Türkiye'nin kadınlardan kurulu ilk rock grubuydu.

Aradıkları ismi biyoloji dersinde buldular:

Volvox (Latince 'ütün Sesler')



Mutsuz sözler

"Hafta sonları eve gittiğimde odama kapanıyor, yemek bile yemeden çalışıyordum. Kafamda bir şeyler çalıyor, içimden sesler geliyordu. Onları mırıldanarak teybe kaydediyordum. Notist değildim henüz, teyptekileri arkadaşlarımın anlayabileceği şifrelere döküyordum. Sonra gitarımla çalıp, üzerine İngilizce söz yazıyordum. Karanlık, mutsuz sözlerdi çoğu… Ya içimden öyle geliyordu, ya da dinlediğim yabancı parçalardan kulağıma yapışmış klişelerdi. Rock raconu öyleydi yani…"

"Yarınlar kadar yakın içimde fırtına

Bu dalgasız deniz durgun aldatır inanma

Yaslanıp gururumun kambur sırtına

Kendime rağmen durmam basar giderim"



ODTÜ öğrencisi

80'lerin sonunda ODTÜ Ekonomi'yi kazanıp ablasıyla birlikte "Çok mutlu zamanlarım geçti" dediği Ankara'ya yerleşti.

Artık yatılı okulun ancak volkmenle müzik dinleyebildiği kısıtlı ortamından kurtulmuş, teybinin sesini dilediği kadar açıp, gönlünce gitar çalabileceği bir mekâna ve sosyal faaliyeti yüksek bir okula kavuşmuştu.

Bu arada amatör gruplarda şarkıcılık yapan konservatuarlı Özlem Tekin'le tanışmış, onu da Volvox'a katmıştı.

Ama grubun diğer üyeleri İstanbul'daki üniversitelere gitmişti. Volvox 1,5 yıl hiçbir yerde çalamamış, dağılmaya yüz tutmuştu. Şebnem için karar vakti gelmişti:

Ekonomist olmak istemiyordu, oysa 'şarkıcılıkta yol katetmeye müsait olduğunun farkında'ydı.

"Hayır, sen hiç korkma/yarın senin yanında/yeniden koş yollarda/durma, durma!"

Kararını verdi. İkinci sınıfın sonunda ODTÜ'yü bırakıp, Ankara'ya 'emekliliğinde dönmek üzere' veda etti ve İstanbul'a, müziğin kollarına koştu.



Kemancı dönemi

İstanbul barlarında rock furyası yeni başlamıştı. 18 yaşlarında dört kız, Sıraselviler'de Kemancı'da, Ortaköy'de Sis Bar'da, arada Ankara'da şimdiki Manhattan'da, A-Bar'da haftanın beş günü sabaha kadar çalıyorlardı. Yorgunluktan perişan, ama mutlulardı. Müzik yapıp kiralarını ödeyebiliyorlar, bir yandan da sahne performansını, disiplinini, 'dinleyiciyi ısıtmayı' öğreniyorlardı.

Ancak, iki yıl sonra bu tempodan yoruldular. Volvox, sekiz yaşına gelmişti. Sahnede aynı (cover) şarkıları söylemekten ne kendilerini yenileyebiliyor ne beste yapıp söz yazabiliyorlardı.

1994'te dağıldılar. Özlem Tekin ayrılıp bir albüm yaptı. Şebnem de 'artık kendi şarkısını söylemek istiyor'du.



Sezen devrede

Beklenen fırsat tam bu aşamada kapıyı çaldı.

Hazırladıkları İngilizce sözlü bir demo, TRT'de Kokteyl programında yayınlandı. O klipte gitar çalıp vokal yapan Şebnem, Sezen Aksu'nun dikkatini çekti. Sezen "Bulun bu kızı bana" dedi. Kız bulundu. Sezen'in albümünde vokalistlik yaptı. Lâkin o, rock yapmak istiyordu. İyi de nasıl?

Şebnem'in de okuduğu 'Lanet' gibi fotokopiyle çoğaltılan fanzinler aracılığıyla yeraltında üreyen bir rock kültürü varsa da, Türkçe rock bugünkü kadar popüler değildi.

O dönem iki gelişme rockçıların önünü açtı:

Biri Metallica'nın İstanbul'daki stadyum konserinde gördüğü muhteşem ilgiydi. Metallica'yı bile şaşırtan bu ilgi büyük bir potansiyelin işaretini verdi.

İkinci gelişme ise Batılı dev müzik firmalarının Türkiye pazarına girmesiydi.

Şebnem, tam bu gelişmelerin ortasında, hem de donanımını tamamlamış, çevre edinmiş olarak, çantasında bestelerle hazırdı.



İlk albüm

Raks'ta Sezen Aksu ve Onno Tunç'a Deli Kızım Uyan'ı dinletti.

Bir gün odasına kapanıp yatağına oturmuş ve bu şarkıyı üç dakika içinde hem bestelemiş hem de sözünü yazmıştı. Gitarla en ilkel halinde çaldı:

"Deli kızım uyan/Söylenenler yalan/

Deli kızım uyan/bir tek sensin duyan."

Harikaydı. Sezen, Şebnem'i karşısına oturtup söz yazarken teknik anlamda nelere dikkat etmesi gerektiğini anlattı, birkaç müdahale yaptı; işte tamamdı. Hazır olan 4-5 şarkıya hiç dokunmadan albüme giriştiler.

"Benim müzikal anlamda aldığım ilk kıymetli hediyedir. Buna prestij albümü olarak bakıyorlardı. Ben iyi şarkı söylediğimi biliyordum.Yaptığım şeye inanıyor, güveniyordum. Ama satılır mı satılmaz mı, belli olmazdı. Yoktu hiç örneği. Benden biraz önce Özlem çıkmıştı ama benimki başka bir kulvardı. Hiç daha önce böyle bir şey yapılmamıştı, dolayısıyla maddi bir risk alıyorlardı."



Boşuna yaşanmamış

Çocukken harçlıklarından, sonraları konserden kalan zamanlarından kısıp çalıştıkları stüdyo emirlerindeydi artık…

İskender, Hakan, Demir, büyük bir şevk ve enerjiyle işe koyuldular. Beş ay gece gündüz çalıştılar. "Teknik anlamda da çok başarılı bir albüm oldu. İlk kez davul ve bas sesi duydu Türkiye…"

Sonuç, inanılmazdı:

Kadın, 400 bin sattı.

24 yaşında, hem de taviz vermeden hedefine ulaşmıştı Şebnem... Artık yolu açıktı. Altı yıl sonra dördüncü albümüne Deli Kızım Uyan'ın ikinci bölümünü şu sözlerle yazacaktı:

"Çok parçalandım/ parçalandıkça çoğaldım diye inanmazsam/

Nasıl yaşarım, nasıl yaşarım?

Hiçbir şey boşuna yaşanmamıştır diye inanmazsam/

Nasıl yaşarım, nasıl yaşarım?"




Olgunluğa dair

"Acılardan öğrendim müziğe verdim"

Ablandan 11 ay sonra depremde babanı kaybettin. Uzun bir aradan sonra döndüğünde, sözlerin çok daha olgunlaşmış bir kadının sözleriydi.

Deprem sonrası bomboş geldi her şey... Hiçbir şey yapmak gelmedi içimden… Babam, hayatımın çok önemli bir karakteriydi. Depremde onunla birlikte mahallem de gitti. 'Ben hangi sokakta top oynuyordum' diye gidip bakmak istesem artık yok öyle bir şey. Böyle şeyler yaşadığında tabii müziğine de yansıyor bu... Bir süre sessiz durdum. 'Ne oluyor' diye anlamaya çalıştım. Ama müzik bunu atlatmama yardımcı oldu. Sonra onu bir şekilde üretime çevirebildim. Hatta, garip bir denge ama, müziğime, insanlığıma çok şey kattığını düşünüyorum. Acı, insana kısa zamanda çok şey öğretiyor.

"Sevgilim ve dostum; babam, oğlum…/ arkadaşım, aşkım; her şeyimdin sen" diyen sözlerle döndün. O deli kız, hızla büyümüştü sanki…

Çok hızlı olgunlaşıyor insan… Ve yalınlaşıyor. Ablamın hastalığı çok uzun sürdü. Evde kahkaha attığım zaman kendimi kötü hissederdim. Böyle bir gençlik dönemi yaşadığın zaman sorumluluk duygun o kadar ağır basıyor ki, içinden deli doluluk gelse de yapamıyorsun; bir tarafın hep nahoş bir şey düşünüyor. Ben yeni yeni 'Ya Şebocum gül biraz' diyorum kendi kendime.




Sessizliğe dair

Savaşta rockçılar neredeydi?

Rock, doğası itibarıyla dünyaya kafa tutan, protest, muhalif bir müzik… Paul Simon ırkçılığa karşı, Bruce Springsteen teröre karşı albüm yapıyor. Bizde niye mesela savaş karşıtı bir çalışma çıkmıyor?

Aslında çok hissediyorum bunu… Kendimi eğitmeye çalışıyorum. Böyle sosyal meselelerle ilgili bir tavır içinde bulunmak ve bunu estetik bir şekilde sunabilmek de hakikaten çok zaman ve çok iyi donanım isteyen bir şey.


Bir deprem albümü yapabilirdin mesela… Niye olmuyor bu..?

Bence olmalı… Ama Türkiye'de zaten profesyonel şirketlerle kontratlı rock müzik yapmak o kadar yeni ki, herkes ayağını yorganına göre uzatmaya çalışıyor.


Batılı müzik şirketleri bu türden çıkışlara sıcak bakmıyor olabilir, ama bir toplu konser de düzenlenemez mi?

Zaten biz bu toplu tepki konularında özürlüyüzdür; sadece rock grupları için söylenecek birşey değil.


Ama sanatçılar toplumun sinir uçlarıdır. İlk refleksin onlardan gelmesini bekliyor insan…

Bu konuda sonuna kadar haklısın… Savaş, deprem gibi durumlarda birilerinden müzikal bir tepki bekliyorsa insanlar, bu, ilk rockçılardan gelmelidir.


Oysa tepki bir yana, tersine belli markaların amblemi altında görüyoruz sizleri… Bu, işin özünden taviz vermenizi gerektirmiyor mu?

O işi neden yaptığına bağlı. Benim kendi koşullarımla kendi sahnemi Erzurum'a götürme imkanım yok. Yaş ilerledikçe bazı şeyleri heyecanla değil, daha planlayarak yaparken buluyorsun kendini… 'Estetik olarak ben bunu da güzel anlatabilirim, boyumu aşmaz' diye hissettiğim gün, böyle şeyler yapma düşüncesi beni çok heyecanlandırıyor. Biraz daha zamanı var.


can.dundar@e-kolay.net

Şebnem'in isyanı...

Röportaj: Şebnem'in isyanı...

Kaynak: radikal.com.tr

Kiminle: Hızır TÜZEL

Tarih: 12.03.2000


İSTANBUL - Biz bu rock müziği nedense bir türlü benimseyemedik gitti. Rock, bizde hep bir gençlik heyecanı, kimi zaman öykünme, kimi zaman da tam anlamını bilemediğimiz marjinal bir yaşam biçimi olarak var. Oysa bu ülkede gerçekten itiraz edecek o kadar çok şey var ki. Ama rock'ın ülkede dinleyicisi sınırlı, medyada kendine pek bir yer bulamıyor. Örneğin, Şebnem Ferah'ı ne kadar tanırsınız? Kendisi uzun yıllardır rock müzikle uğraşıyor. Konuştukça, konu hakkında derin fikirleri olduğunu, rock'ı kendine göre eleştirebildiğini görüyorum. Rock'tan ne anlıyorsam, o anladıklarım Şebnem'in üzerinde eğreti bir elbise gibi durmuyor yani.

Rock'ı hayatına şekil olarak sokanlar var. Sadece saçını uzatmak, dinlediği parçanın ne olduğunu anlamadan, onu körü körüne dinlemek gibi.

Benim ilgilendiğim ve kendime yakın hissettiğim hayat öbür türlüsü.

Pardon, hangi türlüsü?

Kendinizi beslemeye mesai harcadığınız zaman, zaten bir süre sonra siz gerekirse şekil itibariyle de kendi önerinizi oluşturabilirsiniz, eğer bunu istiyorsanız tabii. Bu bana daha parlak ve saygıdeğer bir fikir gibi geliyor. Yani bana önerileni yapmadan önce, durup düşünmek ve kendi fikrimi üretmek istiyorum. Dolayısıyla da bir takım tercihler yapıyorum çünkü, kendimi koruma altına almam gerektiğine inandım.

Neden koruma altına aldınız?

Başarılı olduğum zaman medyatik olmanın, bir sonuç olmasını tercih

ederim. Ama sadece, içi boş, medyatik biri olmayı ben antipatik buluyorum. Karar vererek yaptığım bir şey değil bu. Kendimi bildim bileli böyle. Hiçbir şey yapmadan sadece ünlü olan ve bu sektörde ciddi şekilde yer alan bir takım şahıslardan da ayrı tutmak gereğini hissediyorum.

Ama o bir takım şahıslar bu ülkede daha ünlü oluyor.

Çok ünlü olmak, hayatımın büyük bir parçası değil. Birtakım şeyler tabii ki değişiyor, büyüyor. Günlük hayatımı, üretim yaptığım koşulları koruma altına almak benim için çok önemli.

Affedersiniz ama kendinizi nasıl koruma altına alıyorsunuz?

Yani, başka bir şeylerin beni yönlendirmesini değil, birtakım şeyleri, beni besleyecek şekilde kontrol altında tutmayı tercih ediyorum. Benim çok çekirdek bir arkadaş çevrem var. Onlarla sürekli fikir alışverişi yapabilmem çok önemli. Birlikte olmaktan çok hoşlandığım ve hakikaten onlarla birlikteyken beslendiğimi hissettiğim kişiler bunlar.

Biraz kısıtlanmış bir yaşam gibi.

Hiç kısıtlamıyorum, hayata dört elle sarılmayı çok seviyorum. Hayatı, taşın suyunu çıkartarak yaşamayı çok seviyorum. Aslında kendimi ifade etmeden önce, karşımdaki insanın bana ne söylemeye çalıştığını anlamaya çalışan bir yapım var. Örneğin, sizinle tanıştıktan sonra hemen, 'ben böyle bir kızım' diye anlatmaktan önce, sizi de tanımayı tercih ederim.

Torpil yapın, beni boş verip, siz kendinizi anlatmayı sürdürün lütfen.

Hayatımı istediğim gibi yaşamak, sevmediğim hiçbir şeyi yapmamak, istemediğim hiçbir cümleyi sarf etmemek benim için çok önemli. Çünkü, medyatik olduğunuz zaman ve bir üretiminiz yoksa mutlaka bir kalıba girmiş oluyorsunuz. O benim için çok ters, hiç tartışma konusu bile olamayacak bir şey.

Peki, bizdeki rock kültürünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu konuda tam olarak rock müzik dinleyicilerinin duymak istediklerini söylemeyebilirim. Ama bir şeyler, bizden uzakta ve daha önce geliştiği zaman ve biz onu ancak iletişim kanalları sayesinde duyduğumuz zaman, içeriğini tam olarak anlayamayabiliriz. Çok popüler olmuş ne kadar rock parçası varsa, bütün rock'çılar benden nefret edecek ama baktığınız zaman sözleri de birbirine çok benzer. Rock, bize uzaktan büyük bir protest hareket gibi gelir. Aslında içine girdikçe içeriğinde çok öyle bir şey barındırmıyormuş gibi gelebiliyor. Bu çok uzun zamandır devam

eden bir harekettir ve her şeyden önce bir müzik türüdür.

Esas kimliği, her şeye karşı çıkmakmı?

Bunlara çok da inanmıyorum, onlar çok rahat koşullar içerisinde yaşayan, çok oturmuş bir ideolojik sistemler içerisinde yaşayan, aslında karşı çıkacak çok fazla bir şeyi olmayan insanların ürettiği şeyler.

Bu bize nasıl yansıyor?

Yani sisteme karşı çıkmak Türkiye gibi bir ülkede söz konusu olabilir ama Avrupa'da kimin hangi egemen sisteme karşı çıktığını ben biraz merak ediyorum açıkçası. Rock müzik son otuz yıldır, bütün müzik yapım şirketlerinin en garantili şekilde para kazandığı alanlardan bir tanesi. Ciddi biçimde alıcısı var, gençleri yönlendirmek çok mümkün. Sadece 10 yılda biraz kabuk ve görüntü değiştirerek ya da başka müzik türleriyle biraz daha öpüşerek kendini yenileyen ve pazarlanan bütün müzik türleri gibi bir müzik.

Ama bir de rock'ın babaları var, yıllardır bıkmadan dinlediğimiz.

Ha, şöyle istisnalar var. Rock müziğine gerçekten çok ciddi yönler veren hakikaten çok büyük gruplar var. Onların söylediği şeyler çok önemli. Hakikaten dünyayı peşlerinden sürüklemişler. Ve burada ben onlara, rock'çı oldukları için değil, çok değerli müzisyenler oldukları için saygı duyarım. Onların hakikaten çok değerli, gerçekten çok ciddi düşünce sistemleri olan, kafaları çok çalışan çok değerli insanlar olduğunu düşünüyorum.


NOT: Arda Ulusoy'a röportaj sağladığı için teşekkürler (TST)

ŞEBNEM’le CAN KIRIKLARI Üzerine

Röportaj: ŞEBNEM’le CAN KIRIKLARI Üzerine

Kaynak: aptulika.com

Tarih: 26 Temmuz 2005


Bu röportaj, Haftalık dergisi’nin 13 Temmuz 2005 tarihli sayısında yayınlanmıştır. Burada söyleşinin daha geniş bir bölümü yeralmaktadır.




Son yıllarda sana yaklaşım hep yalnız ve kırılmış kadın imajıyla oluyor.



Şebnem: O kadar yalnız yaşıyor, kendimi yalnız hissediyor değilim. Ama bu biraz hayat hikayemle alakalı da olabilir. İnsanlar o acıları yerleştirdikleri noktalar var hayatımdan bildikleri. O yüzden belki öyle bir resim ortaya çıkmış olabilir.




İyi de senin müzikle ilgili yanından hâttâ albümünle ilgili konulardan çok insanlar burada takılı kalıyor. Oysa senin müzikal hassasiyetinin ön planda olduğunu biliyorum.



Ş: Biraz öyle diyebiliriz. Zaman zaman müziğim güme gidebiliyor. Onu herkesle çok rahat da konuşamayabiliyorsun da zaten. Albümden iki tarafında tatmin olabileceği gibi konuşabilmek için iki tarafında biraz müzikle alakalı olması gerekir. Henüz öyle şahane bir noktaya gelebilmiş değiliz. Ama ben bütün gün öyle bir duyguyla yaşayan, mutsuz, çok yalnız da biri değilim. Önceliğim o değil. Ben müzik konuşabilmeyi tercih ederim. . Bu bana da soracak olursan, o büyük resmin sadece ufak bir parçası olmalı. Başka boyutlarından da rahatça konuşabilmeliyiz. Fakat bu çok yönlendirilebilecek birşey değil.




“BU SEFER SAHNEDE OKUR GİBİ KAYDA GİRDİM’



“Can Kırıkları”na baktığımızda daha sert bir sound göze çarpıyor. Bu yıllar içinde oluşan bir oturmuşluğun sonucu mu?



Ş: Zaten bizim konserlerimiz farklı bir havada oluyor. Sadece şunu söylemek isterim; ben böyle şeyleri oturup, şimdi bir albüm yapayım, sert olsun ya da daha yumuşak olsun diye karar vermiyorum. İçimden ne çıkıyorsa, şarkının en ilkel hali zaten ne şekilde girmek istediğimi söylüyor. Bu albüme denk gelen parçalar da böyle duyulmayı çağrıştıran parçalardı. Planlanmış birşey değil. Ama oturmuşluk dersen, o çok uzun zamandır bir arada olmamızdan kaynaklanıyor. Birbirini seven, anlayan insanlar olmamız, birlikte çok vakit geçirmemizden, aynı şeyi çok sevmemizden kaynaklanan bir şey diyebilirim. Grubumla birlikteliğim neredeyse 9 sene oldu ki bu az birşey değil hani.




Son albümde vokallerin de biraz değişik geldi bana.



Ş: Ben bu albümde kayda giriyormuş gibi değil de sahnede nasıl söylüyorsam o havayı yakalamaya çalıştım. Ses değil de, söyleyiş biçimim değişikti.



Albümün genelinde de dramatik bir yapı var gibi. Neredeyse konsept ve rock opera tarzına bir kapı açılıyor, adım atılıyor gibi bir yaklaşım var. İlerde böyle bir proje mi var yoksa?



Ş: Planda yok ama iyi bir saptama. Ne arzu ettim biliyor musun? Bir odada dinlerken bir resmi gözlerinde canlandırabilsinler istedim. Şarkı sözleri de biraz öyle. Bu da tabi teatral bir havayı ortaya çıkartıyor. Rock operaya gelince yapmak isterim ama burada çok küçük ölçekli bir havası var.




“Can Kırıkları”na şöyle bir baktığımız zaman neredeyse Pentagram grubunu görüyoruz. Sürekli gitaristin Metin Türkcan’ın Pentagram elemanı olmasının yanısıra, albümün mutfağında da grubun elemanları görülüyor.



Ş: Tarkan’la(Gözübüyük) ilk albümde de çalışsak da bu prodüksiyonu tek başına yüklendiği ilk albümüm. “Can Kırıkları”nın görsel kısmında da Hakan (Utangaç) var.




Sanırım albümden çıkacak kibini de o çekecek.



Ş: Hakan müziğe de hakim olduğu için üzerine yaptığı görsel çalışma da etkileyici olabiliyor. Beni daha iyi anlayabiliyor.




“GRUP MÜZİĞİNİ SEVİYORUM.”



Sen solo kariyer yapmış birisin ama uzun süredir birlikte olduğun bir grubun var.



S: Buket’le birlikteliğimiz Volvox’un son döneminden beri sürüyor. Ebru ayrıldıktan sonra gruba bascı olarak katılmıştı. Metin’i zaten biliyorsun. Onunla birlikte çalıştığım için kendimi çok iyi hissediyorum. Benim için çalışan elemanların birbirinin işine saygı göstermesi esastır. Ozan’da böyle biri. Onun fikirlerine çok değer veririm. Aykan da öyle... Davulcular genellikle kendilerini dinleyerek çalan insanlardır, müziğe pek takılmazlar. Aykan aynı anda müzikte dinleyerek çalabilen davulcudur. Birbirimizi çok iyi anlıyoruz. Bu bizim çok uzun senelerdir devam eden arkadaşlığımız, aynı dili konuşmamızdan kaynaklanıyor. Kocaman bir aile gibiyiz. Solo çalışıyor olsam da grup müziğini seviyorum. Yarın öbür gün eleman değisse bile aynı anlayışı korumaya çalışırım. Çünkü öyle bir gelenekten geliyorum. Ben müziğe de grup kurarak başladım. O grupların içinde kimi zaman şarkı söyledim, kimi zaman gitar çaldım. O duyguyu da seven biriyim. Bu albümde grup müziğine bir adım daha yaklaştık diyebilirim.




Aslında yıllara damgasını vurmuş, efsane gruplar arasında bile büyük çatışmalar vardır hani. Senin bunu solo çalışmalarında 9 yıl süresince sürdürebilmen de önemli. Geçtiğimiz haftalarda yapılan Live 8’de tekrar biraraya gelen Pink Floyd’da da çok iyi gördük. Roger Waters’la silah zoruyla biraraya gelmişler gibiydi.



Ş: Aralarında elektrik çıkıyor gibiydi.




Hani bir beşinci parça daha olsaydı arbede çıkacaktı nerdeyse.



Ş: Gerçekten çok enteresan. Ama bu arada Roger Waters’ın da elleri titriyordu, heyecandan. İnanılır gibi değildi.



İLK KEZ ROCK’N COKE’DA




A: Dünyaca ünlü yabancı grupların da yer aldığı rock festivalleri ülkemizde bir hayli arttı. Bunlarda seni niye göremiyoruz?



Ş: Kalabalık organizasyonlarda sese ve teknik ayrıntılara dair aksilikler olur ya o yüzden biraz uzağında kalmaya gayret ettiğim bir şeydi. Ama esas sebebi çok rastgelmemesidir. O sırada ya turnede olurum, ya da başka tarihlerde önceden planlanmış bir konser olur. İlk kez bu sene bir festivale katılacağım. Yani benim planlanmış bir uzak durma tavrım yok, her ne kadar bazı taraflarını korkutucu bulsam da. Yani henüz tam standartların oturduğunu düşünmüyorum.




A: Bu sene ilk kez katılacağın Rock’n Coke’a senin Perdeler albümünde birlikte bir parça yaptığın Apocalytica da geliyor.



Ş: Onlarda bizden sonra çıkacakmış. Bir sürpriz olur diye bir parçayı beraber çalma fikri geldi. Fakat şimdi yoğun bir turne programları var, konser öncesi prova imkanı bulabilir miyiz, bilemiyorum. Ama onları göreceğim için, aynı sahneyi paylaşacağım için bile mutluyum hani.




A: Son albümünde 4 parçada yaylıların katılımı var. Bunda Apocalyptica ile çalışmanın etkisi var mıydı?



Ş: Yaylı enstrumanların sesini insan sesine çok yakın bulmuşumdur. Apocalyptica ile çalışma yapmamızda benim onların müziğine hayranlığım yatıyor. O yaylılar da ise Ozan’ın (klavyecisi) fikriydi. İlk önce keyboardla çalarken yaylı fikri gelişti.




“YURTDIŞI İÇİN; ALACAKSIN GRUBUNU HERŞEYE YENİDEN BAŞLAYACAKSIN”




A: Bir aralar senin yurt dışı projelerin başlıyor gibiydi.



Ş: Universal firmasıyla çok güzel bir noktaya gelmiştik. Fakat Universal kapandı. Dolayısıyla ben de daha sonra “Biz şöyle bir noktaya gelmiştik” diye kimseye hatırlatmadım. Ama o aşamada benim hissettiğim iki tane gerçek var. Birincisi bunlar masa başında yapılacak şeyler değil. Buradaki şirketin kafaya bunu takıp, her hafta Londra’ya falan gitmesi lazım. Kimse yeni biri olsun, Türk olsun, çok da iyi olsun diye birşey düşünmez. Hiç böyle bir ihtiyaç yok. Bu şekilde de albüm üretilmiyor. Geçtiğimiz yaz hem böyle müzikal olarak neler oluyor, hem de tatil yapmak için Amerika’ya gitmiştim. Orada farkettiğim bir gerçek var, Aptül... Eğer böyle bir arzun, gerçekten varsa; alacaksın grubunu yeniden başlayacaksın. Burda nasıl barlarda çalarak başlıyorsun, orda da bu süreci başlatacaksın. Olursa olur, olmazsa olmaz. Bunun en gerçekci, en sağlam yolu bu. Ben nasıl genç bir kızken, burada da gruplar kurup, konserlere çıktıysam aynısını da orada da yapmalısın. Ama insanın yaşı ilerleyip, biraz yorulunca böyle birşeyi göze alabilir mi? Bu soruyu kendi kendine soruyorsun. Ama çok içimden geliyor. Başarılı olur ya da olmaz, o ayrı bir konu ama o tecrübeleri yaşamayı çok isterim. Bunun dışında “Türkiye’de böyle biri var, şirketimizde bir de siz dinleyin” yaklaşımı çok sağlıklı bir metod gibi gelmiyor. Ve bu güne kadar tek denenen metod da bu ve çok başarılı olduğuna da tanık olmadım. Söz konusu pop müzik olsa bu tip şeyler daha değer taşıyabilir, Rock gibi müzikler yaptığın zaman arenası sahne. Yani sahnede iyiysen, kendine iyi bir gelişim süreci yaratabilirsin. Zaman zaman içimden pılımı pırtımı toplayıp, bunları denemeye kalkmak gelmiyor mu? Geliyor ama hakkaten hayatının minimum 3, 4 senesini ayırman gerekir. Tıpkı gençliğimde olduğu gibi.




A: Eskiden bize biraz daha mı kolay geliyordu?



Ş: Sözkonusu müzik olduğunda bizim çok farklı yerlerde olduğumuz şeyler var. Yani orda 50 yıldır büyük bir standartta devam edenler, burada daha deneme yanılma yoluyla hayata geçiyor. Bu yüzden, sadece müzik üreten firmaların değil, müzik yapanların da vizyonu çok dar. Dinleyicinin de öyle. Bir kere kendi içimizde bunu aşıp, standart hale getirmeliyiz. Başka bir ırktan, başka bir coğrafyadan, başka bir kültürden gelen bir adamla aynı masa etrafında yapabilmenin yolu, seninde aynı satndarta gelmiş olmandan geçiyor. Birincisi Türkiye’de müzik yapmak o kadar kolay birşey değil. İkincisi o söz ettiğim sandartlar önemli çünkü aynı dili konuşmuş olmuyorsun. Burda kastettiğim gerçek anlamda lisan değil. Farklı dünyalardan bahsediyorum. Ama eğer bunları aşabilirsen, iyi bir müzisyenin sahnenin üzerinde de hangi coğrafyadan geldiğinin hiç bir önemi yok. Her yerde “Hoşgeldin” denir sana. Bunun için hakkaten gidip orada uğraşman gerekir. Benim ikna olduğum şey bu.




TÜRKİYE’DE ROCK




A: Senin ilk abümünü yaptığın dönemde Teoman ve Özlem Tekin gibi isimlerde Pop piyasasının satışına ulaşan alternatifler getirince müzik sanayi bu konuda rock’ı da dikkate alan bir sektör oluşturma işine girişti diyebilir miyiz.



Ş: Bizden önce de çok düzeyli albümler yapıldı. Hepsi birbine kapı açtı diyebilirim. Albümlerin iyi bir satış yakalaması “demekki bu alanda da bir sektör oluşturalım” düşüncesi yaratmış olabilir. Fakat bu o mantıkla ilerleyebilecek bir şey değil. Zaten o mantıkla da ilerlemedi. Kendi işini iyi yapalar ilerleyebildi. Rock müzik, birine tamam sen bunu yapıyorsun diyebileceğin bir şey değildir. Pop müzikte belki böyle kararlar alınıyordur, olabilir ama birini alıp kaşın gözün güzel diye sahneye çıkartıp rockçı yapamazsın. O yüzden doğal bir gelişim süreci yaşadı gibi gelmiyor bana. Çünkü bu müziği yapan insanlar, hayatının merkezine oturtan insanlar. 19, 20 yaşından itibaren barlarda çalmaya başlıyorlar ya da küçük kalabalıklarla başlıyorlar. Müzik dinlemeyi ve müziğe vakit ayırmayı başlıbaşına seçiyorlar. Bunun doğal olarak bir fark yaratacağı çok açık. Bu dünyada da böyle. Dünyada da bu yüzden en çok satış yapan albümler rock albümleri. Müzik şirketlerine kalıcı ticari başarıları yaşatmış olanlar rock albümleridir. Bir takım planlardan uzak olmakla birlikte, daha doğal biçimde yerli yerine oturmaya başladığını görüyorum. Şu anda “Bu akşam nereye gidelim”diye konuşsak, gidebileceğimiz en az üç konser vardır. Bu çok sevindiric bir şey. Sırf bu bile başlıbaşına çok sevindirici birşey. Birileri de bu albümleri yapabilsin diye maddi olarak girişimde bulunuyor. Bütçeler ayrılıyor, stüdyolar kiralanıyor. Bunların geri dönüşümünün olduğunu görmek çok önemli. Çünkü, bu şekilde tekrar müziğe yatırım yapabilme fırsatı doğuyor. Müziğin ticarileşmesi okadar da kötü birşey değil. Eğer doğru değerlendiren insanların ellerindeyse.




A: Tarkan’la (Gözübüyük) bundan 8 yıl önce bir sohbetimizde konuşmuştuk. Bana “Aptül, o batıda eleştirilen müzik sanayinin bizdi ‘s’si bile yok.” demişti. Ticari mantık uzun soluklu olmaktan çok günü kurtaran, bir an önce parsayı vuralım anlayışından kaynaklanıyordu. Yoksa müziğin endüstri halini alması başka bir tartışma konusu olsa gerek.



Ş: Çok haklısın. Sonuçta o söylediğin tutum hâlâ var. Yani kısa günün kârına bir an önce ulaşmak. O tutumdur ki, bugün müzikal anlamda en kötü sektörel dönemini geçiriyor. Kısa günün kârıyla buraya kadar gelinebildiğini herkes farketmiş durumda. Bu sadece şirketleri ilgilendiren bir durum değil. Müzisyenlerin tavrı da öyleydi. Müzik üreten insanların da fabrika gibi her dakka her saniye “bu müzikten çıkalım, başka müzik türlerine bakalim” tavrı da çok yıpratıcı bir süreci başlattı. Hep beraber biz odönemin sonuçlarını yaşıyoruz. Ama beni sevindiren; buna ek olarak, kendiliğinden, doğal olarak nasıl tarlada otlar çıkar. O şekilde bir şeyler çıkıyor. Bu beni mutlu ediyor. Çünkü o kendi doğasından yani müzikten çıkan şeyler. Birilerinin karar verip, yaptırdığı şeyler değil. 4 tane adam bir araya gelip, müzik yapmaya karar verdiği zaman bir şirket bunu çok ta yönlendiremez. Dinleyiciler de bunu alıp, hayatlarında bir yere oturtuyorsa; iş bitmiştir.




A: Ama hep karışılma korkusu vardır hani. Bu korku da pek haksız sayılmaz hani. Bunun müzik dışındaki alanlarda da örnekleri var.



Ş: Objektif fikrimi söylemem gerekirse; insanların karışmak istemesinin altında illaki çok negatif şeyler aramak gerekmiyor. Bir şeyler oturmaya başladıktan sonra artık herkes neye karışacağını, neye karışmayacağını biliyor. Benim ilk başladığım dönemlerde kimse o albümümün ticari başarı kazanacağına inanmıyordu. Benim de hiç bir fikrim yoktu açıkcası. Bir kız var, şarkı söylüyor, güzel de söyleyebiliyor galiba, kendi şarkıları da var diye bakılıyordu ama kimse ne olacağını bilmiyordu. Benim şansım açıkcası, kimsenin karışmamasıydı. Müzisyen alt yapılı bir şirketle çalışıyor olmamın da bunda payı büyüktü. Fakat insanların bugün karışmak istemesini, bir açıdan doğal karşılıyorum. Çünkü hakkaten büyük paralar yatırılıyor, bu işe. Ve en sonunda da iflas edebiliyor, bu şirketler. Tabiki onlar da kendi algıladıkları, kafalarının yettiği yere kadar karışmak istemeleri normal. Gözardı edilen şu; bütün dünyada yapımcı parayı yatırır ama albümü yönlendirme işini prodüktöre bırakır. Dünyada prodüktör diye bir şey vardır. En tavizsiz gruplar bile zamanı geldiğinde kendilerini bir prodüktöre teslim ederler. Çünkü o kişi başka ve daha objektif açıdan bakabilir. Böyle bir eksiklik olduğu için Türkiye’de yapımcılar biraz da prodüktör kılığına büründüğü için birilerinin karışması bize her zaman antipatik gelmiştir. Doğru da değildir. Yani müzik bilen insanın karışması lazım. Ama şimdi şimdi onlar da oturuyor. Bakıyorum her albümün bir prodüktörü var artık. Ya da tamamen kendileri yapmış. Yavaş yavaş bazı şeyleri atlatıyoruz gibi geliyor bana. Daha tam oturması için bir 10 sene daha var. Bir yıl öncesini hatırlıyorum. Bir 10 yıl öncesine bakıyorum. Açıkcası ben 15, 16 yaşındayken böyle bir şirket olabileceği aklımın ucundan geçmezdi.



PRODÜKTÖR KAVRAMININ ÖNEMİ



A: Senin ilk albüm yaptığın zamanla bugün arasında olumlu gelişmede prodüktörün öneminin kavranması galiba. Şimdi daha aklı başında daha rock konusuna hakim prodüktörler çıkıyor sanırım.



Ş: Kesinlikle öyle onu söylemeye çalışıyorum. Ben o zaman da şanslıydım. Çünkü ilk albümümü yaptığımda bile bir prodüktörle çalışabilme arzumu kabul ettirdiğim bir şirketin içersindeydim. Aksi olsaydı yapmazdım zaten. “Öyle değil, böyle yapmalısın” diyen birinin müzikten anlayan birisinin olmasını isterim. Patron konumundaki birinin böyle bir şeye karışmasının kabul edemem. Yarın obürgün gene herşey eskisi gibi olsa ben gene albüm yapmam, barda şarkı söylerim. Senin içinde bulunan öz yeteneklerin eğer doğru kullanabiliyorsan bir işe yarıyor. Buna mecbur olmamalıyım. Bunu mecburen yapmaya başladığım zaman, başkalarının isteğine göre hareket ettiğin an o müzik değil. Onun yerine başka bir işte verimli olmayı tercih ederim. Ben içimden geleni, mümkün olduğu kadar az filtrelenmiş olarak yapmalıyım.




A: Rock albümlerinde prodüktörün öneminin kavranmasında Tarkan (Gözübüyük)’ın da bir hayli katkısı oldu sanırım.



Ş: Müziği bir kenara bırakırsak, insan olarak yaşadığın her anı değerli kılabilmek gibi çok önemli bir özelliği var. Böyle bir duygusal anlam bütünlüğü olunca kötü bir iş çıkmasına imkân yok gibi. Albümüme katkısı çok fazla oldu. Bu albümün oluşum aşamasında bitmesin dediğim tek çalışmadır bu. Normalde hani insan üç, beş ay geçtikten sonra biraz yorulur, “ne zaman bitecek” falan der ya, bunda tam tersi oldu. Onunla çalışmak o kadar dolu dolu geçiyor ki, anlatılamaz. Çıkan işe hakikaten bir etkisi olduğunu düşünüyorum.




GEÇMİŞE YOLCULUK



A: “Geçmişe Yolculuk” adlı parçanda; “Bir bilet istiyorum sadece gidiş olsun” diyorsun. Eskiyi bu kadar çok mu özlüyorsun? Ş: Kendi ayaklarının üzerinde durmak zorunda olduğun andan itibaren yaşadığın hayatla, o güne kadar yaşadığın hayat arasında fark oluyor. İşin işine yaş, tecrübeler de girdikten sonra bazı şeyler değişiyor. 13, 14 yaşındayken senin için anlamlı olan şeyler, bugün yerini başka şeylere bırakmış olabiliyor. Ben kişi olarak hayatımda bunları yitirmek istemeyen biriyim. Mümkün olduğu kadar çocukken, gençken doğru bildiğim şeyi 40 yaşında da koruyabilmek istiyorum. Doğru mudur, yanlış mıdır? Bilmiyorum. Ama benim böyle bir ihtiyacım oluyor genellikle. Çünkü o zaman ki heyecanım, o zaman ki yaşama sevincimin eksildiğine tanık oluyorum. Bunların çok daha arttığını diğer insanlarda da görmedim. Hele bizim jenerasyonda hiç görmedim. Onu da ben en çok müzikle hayatta tutuyorum. Ogün de yaptığım, bugün de yaptığım, bundan 10 sene sonra da yapacak olduğum şey, müzik. Hayatımda kendimi bildiğim andan itibaren varolan ve değişmeyen tek şey müzik.Onu korumak istiyorum. Ve ozaman ki halimle korumak istiyorum. Zaman içinde insanın yorgunluk gibi bir şeyi devreye giriyor. 17 yaşındayken dünyayı tersine çevirebilirim diye hissediyorsun. 30 küsur yaşındayken ayağın biraz daha yere basıyor. Belki içinde o heyecanı taşıyorsun ama çeviremeyeceğini biliyorsun tekbaşına. Oysa ki ben buna inanmak istemiyorum. Hep çevirebilecek mişim gibi bir heyacan olsun istiyorum.




A: Bugünkü gençlik biraz daha gerçekci galiba. Ne dersin?



Ş: Bizim gençliğimizde seçeneklerimiz çok daha az olduğu için, hele söz konusu müzik ise bu daha iyi hissedilirdi, daha romantiktik. Meselelere yaklaşımımız daha duygusaldı.Şimdiki kuşak bir çok şeye çok kolay ve hızlı erişebiliyor. Hem de dünya ile eş zamanlı olarak ulaşabiliyor. Oysa ki ben Bursa’dan otobüse binip, İstanbul’a bir konser izlemeye gelip, sonra da döndüğümü çok iyi hatırlarım. Şimdi ikisini yanyana koyduğun zaman tabiki arada romantizm açısından bir fark var. Ama bugünkü gençlik Live 8’i canlı olarak dünya ile aynı anda izliyebiliyor. Ya da bir çok rock ustası ülkemize konsere geliyor. Biz gençken bir çoğunu poster olarak görebiliyorduk ya da albümlerine gecikmeli olarak ulaşıyorduk. Bu iyi mi kötü mü bilemiyorum. Bazı şeylere kolay ulaşmak da kötü olmasa gerek. Bu büyük bir şans onlar için yeter ki bunun kıymetini bilmek lazım.




A: Peki şimdiki kuşak kıymetini mi bilmiyor?



Ş: Bence biliyorlardır. Biliyor olmalılar ki, herkes “Pink Floyd bir tarafa, diğer gruplar bir tarafa” diyor. Bunu diyen adam 20 yaşında yani. O grup, kadrosunu dağıttığında o çocuk dünyada yoktu zaten. Grubun geçmisine de tanık değil, demek ki bir şekilde kıymet biliyor.




A: Gençliğinde tutkunu olduğun gruplardan biriyle bir konsere çıkmak ya da düet yapmak içinden geçiyor mu?



Ş: Geçmez mi canım.




A: Kim var isim verebilir misin?



Ş: Seçim yapmak zor tabi. Ne bileyim, Deep Purple, Rainbow ya da Black Sabbath döneminde herhangi birine denk gelmiş, herhangi bir müzisyenle bir şey yapmak isterim. Ya da soruyorlar mesela hangi şarkıcıyla düet yapmak istersiniz falan diye... Düet yapmayayım, David Coverdale’i yakından seyretmek bile yeter bana.




A: Coverdale gelmedi ama Deep Purple, Dio, Blackmore gibi isimler ülkemize geldi, onların konserine gittin mi?



Ş: Deep Purple, Blackmore’ın İstanbul konserlerini izledim ama Dio’nun konserine turnem nedeniyle gidememiştim. Ama Los Angeles’da gittim. O da denk geldi biraz da. Benim gittiğim dönemde hangi konserler var diye hesap etmemiştim. Orada durum nasıl olmuş biliyor musun? Bizim Kemancı gibi barlarda bizim dönemimizin grupları 300, 400 kişiye kimi zaman unplugged, kimi zaman kadro uzun süredir ayrıymışta biraraya gelip gece yapıyorlar falan hesabı sahneye çıkıyorlar. Açıkcası bunlar her haftada yoğunlukla oluyor. Ama Dio’nun konseri Anthrax’la turne dahilindeydi. O benim için sürpriz bir hediye oldu yani. Hayatımda izlediğim en iyi konserlerden biriydi diyebilirim... Müthiş... Yaşı ilerledi diye nasıl bir performans gösterecek diye merak ediyordum. Kolay değil hani adam 60’ını aştı, sahnedeki performansı hala muhteşemdi. Ben o konseri izlmeye gittiğimde konserin yapılacağı yeri kapalı bir mekan sanıyordum. Ancak açık hava tiyatrosuymuş. Geceleri de biraz soğuk olacağını kestiremediğim için tişortle gitmiştim. Konser başladı ama bir iki şarkı sonrası üşümeye başladım. O sırada Dio tişörtlerinin satıldığı stand gözüme takıldı. Gidip bir tişört satın alıp soğuğa biraz dayanırım dedim. Ama olacak gibi değil, parça arasında adama gidip bu seferde uzun kollu bir Dio tişörtü alınca, adam da şaşırdı. Olacak gibi değil gene üşüyorum. Hiç abartısız 3 tişort daha alıp üst üste giydim. Toplam 5 tişortü üst üste giymiştim fakat bana mısın dememişti. Gene üşüyordum. Bir parça sonrası gene tişörtcünün yanına ğittim. Bu sefer kesin çözüm olarak gözüme deri montu kestirdim. Satıcı adam beni tekrar görünce millete doğru “İşte en büyük Dio fanı”diye gösterecekti. O konseri katkat Dio tişortlerini üstüste giymiş vaziyette bir de montla acaip bir halde izlemiştim. O gün Halloven Bayramları olduğu için bir sürü insan garip kıyafetlerle konsere gelmişti ama en çok ilgiyi benim halim çekmişti.



NOT: Bu röportajı ulaştırdığı için ZuuLuuuuuuu'ya teşekkür ederiz... (TST)

Şebnem’den Hazır Cevaplar..

Röportaj: Şebnem’den Hazır Cevaplar..

Kaynak: Anadolu Rock

Kiminle: Bahar Senkal

Tarih: 31 Mart 2004


-Hayatınızda en çok utandığınız an..?

ŞF: Düştüğüm zaman hem çok gülerim hem de çok utanırım.


-Savaş deyince aklınıza ne geliyor..?

ŞF: Ölüm, silahlar, silah üretip satıp mutluluk duyanlar... Peter Gabriel’in "Passion" albümü..


-Hangi yardım kuruluşunda gönüllü olarak çalışmak istersiniz..?

ŞF: Sanırım yaşlı ve kimsesi olmayan insanlara yardım edebilirim..


-İstanbul’un en sevdiğiniz semti..?

ŞF: İstanbul’da olduğumu en çok Beyoğlu’nda hissederim. Bir de köprüden geçerken Ortaköy’ü

severim. Ortaköy ve Beşiktaş arasındaki caddeye bayılırım. Ağaçlı ağaçlı..


-Hobileriniz..

ŞF: Evimdeki konsol, masa vb. ahşap eşyaları zımparalar sonra da boyarım. Bahçemle ilgilenirim.


-Buzdolabınızda olmazsa olmazlar..?

ŞF: Su, kola, domates suyu ve meyve bulundururum.


-Dünya mutfaklarından hangisi favoriniz..?

ŞF: İtalyan mutfağı.


-Moda sizin için ne ifade ediyor..?

ŞF: Benim hayatımda belirleyici hiç bir yönü yok. Giysilerimi kendi estetik anlayışıma göre kombine

etmeyi severim. Çoğu zaman da bir kot bir tişört giyerim. Yurtdışına gittiğimde ikinci el satan mağazalardan

alışveriş yaparım.


-Giyim zevkiniz nasıl..?

ŞF: Rahat, eğlenceli, içimden geldiği gibi, tezatlıklar da barındırabilen..


-Asla giymem dediğiniz..

ŞF: Çok kadınsı kıyafetleri hem kendime yakıştırmıyorum, hem de rahat edemiyorum. Dergi sayfasından

fırlamış gibi tamamen uyumlu bir kıyafetim olmadı.


-Evlilik sizin için ne ifade eder..?

ŞF: Çok düşündüğüm bir şey değil, çok anlam yüklediğim bir şey de değil.


-İdeal tatil..

ŞF: Ruh halime ve geçirdiğim döneme bağlı. Çok çalışmış ve yorulmuşsam kafa dinleyeceğim sakin bir tatil..

Bir de yeni ülkeleri keşfetmek..


-Bir erkekte aradığınız özellikler..

ŞF: Algılarının mümkün olduğunca açık, eğlenceli, kolay iletişim kurulabilir ve çalışkan olması önemli.


-En son izlediğiniz film, aldığınız kitap ve albüm hangileri..?

ŞF: En son okuduğum kitap; "Cam Kırıkları". En son aldığım albüm "Audioslave". Film ise sinemada oynarken

kaçırdığım bir film: "Being John Malkovich".


-Sizi en çok etkileyen film hangisiydi..?

ŞF: "Leon", mükemmel bir filmdi.


-En çok beğendiğiniz oyuncular..?

ŞF: Gary OLdman, Jack Nicholson, Anthony Hopkins, Haluk Bilginer, Şener Şen, Nurgül Yeşilçay.


-En çok etkilendiğiniz sahne..?

ŞF: "Piano" filminde oyuncunun kesik parmağıyla piyano çalması.


-En sevdiğiniz müzik aleti..?

ŞF: Gitar, keman.


-Müzikle ilgilenmeseydiniz, ne işle uğraşırdınız..?

ŞF: Sanırım öğretmen olabilirdim.


-Türkiye’de rock müzik..

ŞF: Türkiye’de çok başarılı, çok değerli müzisyenler var ama müzik sektörü sosyal ve ekonomik bir dejenerasyon geçiriyor.



Editör Email: baharsenkal@hotmail.com

Editör Üye Adı: bahar82