Şebnem Ferah'ın Röportajları

Salı, Ekim 31, 2006

ŞEBNEM’le CAN KIRIKLARI Üzerine

Röportaj: ŞEBNEM’le CAN KIRIKLARI Üzerine

Kaynak: aptulika.com

Tarih: 26 Temmuz 2005


Bu röportaj, Haftalık dergisi’nin 13 Temmuz 2005 tarihli sayısında yayınlanmıştır. Burada söyleşinin daha geniş bir bölümü yeralmaktadır.




Son yıllarda sana yaklaşım hep yalnız ve kırılmış kadın imajıyla oluyor.



Şebnem: O kadar yalnız yaşıyor, kendimi yalnız hissediyor değilim. Ama bu biraz hayat hikayemle alakalı da olabilir. İnsanlar o acıları yerleştirdikleri noktalar var hayatımdan bildikleri. O yüzden belki öyle bir resim ortaya çıkmış olabilir.




İyi de senin müzikle ilgili yanından hâttâ albümünle ilgili konulardan çok insanlar burada takılı kalıyor. Oysa senin müzikal hassasiyetinin ön planda olduğunu biliyorum.



Ş: Biraz öyle diyebiliriz. Zaman zaman müziğim güme gidebiliyor. Onu herkesle çok rahat da konuşamayabiliyorsun da zaten. Albümden iki tarafında tatmin olabileceği gibi konuşabilmek için iki tarafında biraz müzikle alakalı olması gerekir. Henüz öyle şahane bir noktaya gelebilmiş değiliz. Ama ben bütün gün öyle bir duyguyla yaşayan, mutsuz, çok yalnız da biri değilim. Önceliğim o değil. Ben müzik konuşabilmeyi tercih ederim. . Bu bana da soracak olursan, o büyük resmin sadece ufak bir parçası olmalı. Başka boyutlarından da rahatça konuşabilmeliyiz. Fakat bu çok yönlendirilebilecek birşey değil.




“BU SEFER SAHNEDE OKUR GİBİ KAYDA GİRDİM’



“Can Kırıkları”na baktığımızda daha sert bir sound göze çarpıyor. Bu yıllar içinde oluşan bir oturmuşluğun sonucu mu?



Ş: Zaten bizim konserlerimiz farklı bir havada oluyor. Sadece şunu söylemek isterim; ben böyle şeyleri oturup, şimdi bir albüm yapayım, sert olsun ya da daha yumuşak olsun diye karar vermiyorum. İçimden ne çıkıyorsa, şarkının en ilkel hali zaten ne şekilde girmek istediğimi söylüyor. Bu albüme denk gelen parçalar da böyle duyulmayı çağrıştıran parçalardı. Planlanmış birşey değil. Ama oturmuşluk dersen, o çok uzun zamandır bir arada olmamızdan kaynaklanıyor. Birbirini seven, anlayan insanlar olmamız, birlikte çok vakit geçirmemizden, aynı şeyi çok sevmemizden kaynaklanan bir şey diyebilirim. Grubumla birlikteliğim neredeyse 9 sene oldu ki bu az birşey değil hani.




Son albümde vokallerin de biraz değişik geldi bana.



Ş: Ben bu albümde kayda giriyormuş gibi değil de sahnede nasıl söylüyorsam o havayı yakalamaya çalıştım. Ses değil de, söyleyiş biçimim değişikti.



Albümün genelinde de dramatik bir yapı var gibi. Neredeyse konsept ve rock opera tarzına bir kapı açılıyor, adım atılıyor gibi bir yaklaşım var. İlerde böyle bir proje mi var yoksa?



Ş: Planda yok ama iyi bir saptama. Ne arzu ettim biliyor musun? Bir odada dinlerken bir resmi gözlerinde canlandırabilsinler istedim. Şarkı sözleri de biraz öyle. Bu da tabi teatral bir havayı ortaya çıkartıyor. Rock operaya gelince yapmak isterim ama burada çok küçük ölçekli bir havası var.




“Can Kırıkları”na şöyle bir baktığımız zaman neredeyse Pentagram grubunu görüyoruz. Sürekli gitaristin Metin Türkcan’ın Pentagram elemanı olmasının yanısıra, albümün mutfağında da grubun elemanları görülüyor.



Ş: Tarkan’la(Gözübüyük) ilk albümde de çalışsak da bu prodüksiyonu tek başına yüklendiği ilk albümüm. “Can Kırıkları”nın görsel kısmında da Hakan (Utangaç) var.




Sanırım albümden çıkacak kibini de o çekecek.



Ş: Hakan müziğe de hakim olduğu için üzerine yaptığı görsel çalışma da etkileyici olabiliyor. Beni daha iyi anlayabiliyor.




“GRUP MÜZİĞİNİ SEVİYORUM.”



Sen solo kariyer yapmış birisin ama uzun süredir birlikte olduğun bir grubun var.



S: Buket’le birlikteliğimiz Volvox’un son döneminden beri sürüyor. Ebru ayrıldıktan sonra gruba bascı olarak katılmıştı. Metin’i zaten biliyorsun. Onunla birlikte çalıştığım için kendimi çok iyi hissediyorum. Benim için çalışan elemanların birbirinin işine saygı göstermesi esastır. Ozan’da böyle biri. Onun fikirlerine çok değer veririm. Aykan da öyle... Davulcular genellikle kendilerini dinleyerek çalan insanlardır, müziğe pek takılmazlar. Aykan aynı anda müzikte dinleyerek çalabilen davulcudur. Birbirimizi çok iyi anlıyoruz. Bu bizim çok uzun senelerdir devam eden arkadaşlığımız, aynı dili konuşmamızdan kaynaklanıyor. Kocaman bir aile gibiyiz. Solo çalışıyor olsam da grup müziğini seviyorum. Yarın öbür gün eleman değisse bile aynı anlayışı korumaya çalışırım. Çünkü öyle bir gelenekten geliyorum. Ben müziğe de grup kurarak başladım. O grupların içinde kimi zaman şarkı söyledim, kimi zaman gitar çaldım. O duyguyu da seven biriyim. Bu albümde grup müziğine bir adım daha yaklaştık diyebilirim.




Aslında yıllara damgasını vurmuş, efsane gruplar arasında bile büyük çatışmalar vardır hani. Senin bunu solo çalışmalarında 9 yıl süresince sürdürebilmen de önemli. Geçtiğimiz haftalarda yapılan Live 8’de tekrar biraraya gelen Pink Floyd’da da çok iyi gördük. Roger Waters’la silah zoruyla biraraya gelmişler gibiydi.



Ş: Aralarında elektrik çıkıyor gibiydi.




Hani bir beşinci parça daha olsaydı arbede çıkacaktı nerdeyse.



Ş: Gerçekten çok enteresan. Ama bu arada Roger Waters’ın da elleri titriyordu, heyecandan. İnanılır gibi değildi.



İLK KEZ ROCK’N COKE’DA




A: Dünyaca ünlü yabancı grupların da yer aldığı rock festivalleri ülkemizde bir hayli arttı. Bunlarda seni niye göremiyoruz?



Ş: Kalabalık organizasyonlarda sese ve teknik ayrıntılara dair aksilikler olur ya o yüzden biraz uzağında kalmaya gayret ettiğim bir şeydi. Ama esas sebebi çok rastgelmemesidir. O sırada ya turnede olurum, ya da başka tarihlerde önceden planlanmış bir konser olur. İlk kez bu sene bir festivale katılacağım. Yani benim planlanmış bir uzak durma tavrım yok, her ne kadar bazı taraflarını korkutucu bulsam da. Yani henüz tam standartların oturduğunu düşünmüyorum.




A: Bu sene ilk kez katılacağın Rock’n Coke’a senin Perdeler albümünde birlikte bir parça yaptığın Apocalytica da geliyor.



Ş: Onlarda bizden sonra çıkacakmış. Bir sürpriz olur diye bir parçayı beraber çalma fikri geldi. Fakat şimdi yoğun bir turne programları var, konser öncesi prova imkanı bulabilir miyiz, bilemiyorum. Ama onları göreceğim için, aynı sahneyi paylaşacağım için bile mutluyum hani.




A: Son albümünde 4 parçada yaylıların katılımı var. Bunda Apocalyptica ile çalışmanın etkisi var mıydı?



Ş: Yaylı enstrumanların sesini insan sesine çok yakın bulmuşumdur. Apocalyptica ile çalışma yapmamızda benim onların müziğine hayranlığım yatıyor. O yaylılar da ise Ozan’ın (klavyecisi) fikriydi. İlk önce keyboardla çalarken yaylı fikri gelişti.




“YURTDIŞI İÇİN; ALACAKSIN GRUBUNU HERŞEYE YENİDEN BAŞLAYACAKSIN”




A: Bir aralar senin yurt dışı projelerin başlıyor gibiydi.



Ş: Universal firmasıyla çok güzel bir noktaya gelmiştik. Fakat Universal kapandı. Dolayısıyla ben de daha sonra “Biz şöyle bir noktaya gelmiştik” diye kimseye hatırlatmadım. Ama o aşamada benim hissettiğim iki tane gerçek var. Birincisi bunlar masa başında yapılacak şeyler değil. Buradaki şirketin kafaya bunu takıp, her hafta Londra’ya falan gitmesi lazım. Kimse yeni biri olsun, Türk olsun, çok da iyi olsun diye birşey düşünmez. Hiç böyle bir ihtiyaç yok. Bu şekilde de albüm üretilmiyor. Geçtiğimiz yaz hem böyle müzikal olarak neler oluyor, hem de tatil yapmak için Amerika’ya gitmiştim. Orada farkettiğim bir gerçek var, Aptül... Eğer böyle bir arzun, gerçekten varsa; alacaksın grubunu yeniden başlayacaksın. Burda nasıl barlarda çalarak başlıyorsun, orda da bu süreci başlatacaksın. Olursa olur, olmazsa olmaz. Bunun en gerçekci, en sağlam yolu bu. Ben nasıl genç bir kızken, burada da gruplar kurup, konserlere çıktıysam aynısını da orada da yapmalısın. Ama insanın yaşı ilerleyip, biraz yorulunca böyle birşeyi göze alabilir mi? Bu soruyu kendi kendine soruyorsun. Ama çok içimden geliyor. Başarılı olur ya da olmaz, o ayrı bir konu ama o tecrübeleri yaşamayı çok isterim. Bunun dışında “Türkiye’de böyle biri var, şirketimizde bir de siz dinleyin” yaklaşımı çok sağlıklı bir metod gibi gelmiyor. Ve bu güne kadar tek denenen metod da bu ve çok başarılı olduğuna da tanık olmadım. Söz konusu pop müzik olsa bu tip şeyler daha değer taşıyabilir, Rock gibi müzikler yaptığın zaman arenası sahne. Yani sahnede iyiysen, kendine iyi bir gelişim süreci yaratabilirsin. Zaman zaman içimden pılımı pırtımı toplayıp, bunları denemeye kalkmak gelmiyor mu? Geliyor ama hakkaten hayatının minimum 3, 4 senesini ayırman gerekir. Tıpkı gençliğimde olduğu gibi.




A: Eskiden bize biraz daha mı kolay geliyordu?



Ş: Sözkonusu müzik olduğunda bizim çok farklı yerlerde olduğumuz şeyler var. Yani orda 50 yıldır büyük bir standartta devam edenler, burada daha deneme yanılma yoluyla hayata geçiyor. Bu yüzden, sadece müzik üreten firmaların değil, müzik yapanların da vizyonu çok dar. Dinleyicinin de öyle. Bir kere kendi içimizde bunu aşıp, standart hale getirmeliyiz. Başka bir ırktan, başka bir coğrafyadan, başka bir kültürden gelen bir adamla aynı masa etrafında yapabilmenin yolu, seninde aynı satndarta gelmiş olmandan geçiyor. Birincisi Türkiye’de müzik yapmak o kadar kolay birşey değil. İkincisi o söz ettiğim sandartlar önemli çünkü aynı dili konuşmuş olmuyorsun. Burda kastettiğim gerçek anlamda lisan değil. Farklı dünyalardan bahsediyorum. Ama eğer bunları aşabilirsen, iyi bir müzisyenin sahnenin üzerinde de hangi coğrafyadan geldiğinin hiç bir önemi yok. Her yerde “Hoşgeldin” denir sana. Bunun için hakkaten gidip orada uğraşman gerekir. Benim ikna olduğum şey bu.




TÜRKİYE’DE ROCK




A: Senin ilk abümünü yaptığın dönemde Teoman ve Özlem Tekin gibi isimlerde Pop piyasasının satışına ulaşan alternatifler getirince müzik sanayi bu konuda rock’ı da dikkate alan bir sektör oluşturma işine girişti diyebilir miyiz.



Ş: Bizden önce de çok düzeyli albümler yapıldı. Hepsi birbine kapı açtı diyebilirim. Albümlerin iyi bir satış yakalaması “demekki bu alanda da bir sektör oluşturalım” düşüncesi yaratmış olabilir. Fakat bu o mantıkla ilerleyebilecek bir şey değil. Zaten o mantıkla da ilerlemedi. Kendi işini iyi yapalar ilerleyebildi. Rock müzik, birine tamam sen bunu yapıyorsun diyebileceğin bir şey değildir. Pop müzikte belki böyle kararlar alınıyordur, olabilir ama birini alıp kaşın gözün güzel diye sahneye çıkartıp rockçı yapamazsın. O yüzden doğal bir gelişim süreci yaşadı gibi gelmiyor bana. Çünkü bu müziği yapan insanlar, hayatının merkezine oturtan insanlar. 19, 20 yaşından itibaren barlarda çalmaya başlıyorlar ya da küçük kalabalıklarla başlıyorlar. Müzik dinlemeyi ve müziğe vakit ayırmayı başlıbaşına seçiyorlar. Bunun doğal olarak bir fark yaratacağı çok açık. Bu dünyada da böyle. Dünyada da bu yüzden en çok satış yapan albümler rock albümleri. Müzik şirketlerine kalıcı ticari başarıları yaşatmış olanlar rock albümleridir. Bir takım planlardan uzak olmakla birlikte, daha doğal biçimde yerli yerine oturmaya başladığını görüyorum. Şu anda “Bu akşam nereye gidelim”diye konuşsak, gidebileceğimiz en az üç konser vardır. Bu çok sevindiric bir şey. Sırf bu bile başlıbaşına çok sevindirici birşey. Birileri de bu albümleri yapabilsin diye maddi olarak girişimde bulunuyor. Bütçeler ayrılıyor, stüdyolar kiralanıyor. Bunların geri dönüşümünün olduğunu görmek çok önemli. Çünkü, bu şekilde tekrar müziğe yatırım yapabilme fırsatı doğuyor. Müziğin ticarileşmesi okadar da kötü birşey değil. Eğer doğru değerlendiren insanların ellerindeyse.




A: Tarkan’la (Gözübüyük) bundan 8 yıl önce bir sohbetimizde konuşmuştuk. Bana “Aptül, o batıda eleştirilen müzik sanayinin bizdi ‘s’si bile yok.” demişti. Ticari mantık uzun soluklu olmaktan çok günü kurtaran, bir an önce parsayı vuralım anlayışından kaynaklanıyordu. Yoksa müziğin endüstri halini alması başka bir tartışma konusu olsa gerek.



Ş: Çok haklısın. Sonuçta o söylediğin tutum hâlâ var. Yani kısa günün kârına bir an önce ulaşmak. O tutumdur ki, bugün müzikal anlamda en kötü sektörel dönemini geçiriyor. Kısa günün kârıyla buraya kadar gelinebildiğini herkes farketmiş durumda. Bu sadece şirketleri ilgilendiren bir durum değil. Müzisyenlerin tavrı da öyleydi. Müzik üreten insanların da fabrika gibi her dakka her saniye “bu müzikten çıkalım, başka müzik türlerine bakalim” tavrı da çok yıpratıcı bir süreci başlattı. Hep beraber biz odönemin sonuçlarını yaşıyoruz. Ama beni sevindiren; buna ek olarak, kendiliğinden, doğal olarak nasıl tarlada otlar çıkar. O şekilde bir şeyler çıkıyor. Bu beni mutlu ediyor. Çünkü o kendi doğasından yani müzikten çıkan şeyler. Birilerinin karar verip, yaptırdığı şeyler değil. 4 tane adam bir araya gelip, müzik yapmaya karar verdiği zaman bir şirket bunu çok ta yönlendiremez. Dinleyiciler de bunu alıp, hayatlarında bir yere oturtuyorsa; iş bitmiştir.




A: Ama hep karışılma korkusu vardır hani. Bu korku da pek haksız sayılmaz hani. Bunun müzik dışındaki alanlarda da örnekleri var.



Ş: Objektif fikrimi söylemem gerekirse; insanların karışmak istemesinin altında illaki çok negatif şeyler aramak gerekmiyor. Bir şeyler oturmaya başladıktan sonra artık herkes neye karışacağını, neye karışmayacağını biliyor. Benim ilk başladığım dönemlerde kimse o albümümün ticari başarı kazanacağına inanmıyordu. Benim de hiç bir fikrim yoktu açıkcası. Bir kız var, şarkı söylüyor, güzel de söyleyebiliyor galiba, kendi şarkıları da var diye bakılıyordu ama kimse ne olacağını bilmiyordu. Benim şansım açıkcası, kimsenin karışmamasıydı. Müzisyen alt yapılı bir şirketle çalışıyor olmamın da bunda payı büyüktü. Fakat insanların bugün karışmak istemesini, bir açıdan doğal karşılıyorum. Çünkü hakkaten büyük paralar yatırılıyor, bu işe. Ve en sonunda da iflas edebiliyor, bu şirketler. Tabiki onlar da kendi algıladıkları, kafalarının yettiği yere kadar karışmak istemeleri normal. Gözardı edilen şu; bütün dünyada yapımcı parayı yatırır ama albümü yönlendirme işini prodüktöre bırakır. Dünyada prodüktör diye bir şey vardır. En tavizsiz gruplar bile zamanı geldiğinde kendilerini bir prodüktöre teslim ederler. Çünkü o kişi başka ve daha objektif açıdan bakabilir. Böyle bir eksiklik olduğu için Türkiye’de yapımcılar biraz da prodüktör kılığına büründüğü için birilerinin karışması bize her zaman antipatik gelmiştir. Doğru da değildir. Yani müzik bilen insanın karışması lazım. Ama şimdi şimdi onlar da oturuyor. Bakıyorum her albümün bir prodüktörü var artık. Ya da tamamen kendileri yapmış. Yavaş yavaş bazı şeyleri atlatıyoruz gibi geliyor bana. Daha tam oturması için bir 10 sene daha var. Bir yıl öncesini hatırlıyorum. Bir 10 yıl öncesine bakıyorum. Açıkcası ben 15, 16 yaşındayken böyle bir şirket olabileceği aklımın ucundan geçmezdi.



PRODÜKTÖR KAVRAMININ ÖNEMİ



A: Senin ilk albüm yaptığın zamanla bugün arasında olumlu gelişmede prodüktörün öneminin kavranması galiba. Şimdi daha aklı başında daha rock konusuna hakim prodüktörler çıkıyor sanırım.



Ş: Kesinlikle öyle onu söylemeye çalışıyorum. Ben o zaman da şanslıydım. Çünkü ilk albümümü yaptığımda bile bir prodüktörle çalışabilme arzumu kabul ettirdiğim bir şirketin içersindeydim. Aksi olsaydı yapmazdım zaten. “Öyle değil, böyle yapmalısın” diyen birinin müzikten anlayan birisinin olmasını isterim. Patron konumundaki birinin böyle bir şeye karışmasının kabul edemem. Yarın obürgün gene herşey eskisi gibi olsa ben gene albüm yapmam, barda şarkı söylerim. Senin içinde bulunan öz yeteneklerin eğer doğru kullanabiliyorsan bir işe yarıyor. Buna mecbur olmamalıyım. Bunu mecburen yapmaya başladığım zaman, başkalarının isteğine göre hareket ettiğin an o müzik değil. Onun yerine başka bir işte verimli olmayı tercih ederim. Ben içimden geleni, mümkün olduğu kadar az filtrelenmiş olarak yapmalıyım.




A: Rock albümlerinde prodüktörün öneminin kavranmasında Tarkan (Gözübüyük)’ın da bir hayli katkısı oldu sanırım.



Ş: Müziği bir kenara bırakırsak, insan olarak yaşadığın her anı değerli kılabilmek gibi çok önemli bir özelliği var. Böyle bir duygusal anlam bütünlüğü olunca kötü bir iş çıkmasına imkân yok gibi. Albümüme katkısı çok fazla oldu. Bu albümün oluşum aşamasında bitmesin dediğim tek çalışmadır bu. Normalde hani insan üç, beş ay geçtikten sonra biraz yorulur, “ne zaman bitecek” falan der ya, bunda tam tersi oldu. Onunla çalışmak o kadar dolu dolu geçiyor ki, anlatılamaz. Çıkan işe hakikaten bir etkisi olduğunu düşünüyorum.




GEÇMİŞE YOLCULUK



A: “Geçmişe Yolculuk” adlı parçanda; “Bir bilet istiyorum sadece gidiş olsun” diyorsun. Eskiyi bu kadar çok mu özlüyorsun? Ş: Kendi ayaklarının üzerinde durmak zorunda olduğun andan itibaren yaşadığın hayatla, o güne kadar yaşadığın hayat arasında fark oluyor. İşin işine yaş, tecrübeler de girdikten sonra bazı şeyler değişiyor. 13, 14 yaşındayken senin için anlamlı olan şeyler, bugün yerini başka şeylere bırakmış olabiliyor. Ben kişi olarak hayatımda bunları yitirmek istemeyen biriyim. Mümkün olduğu kadar çocukken, gençken doğru bildiğim şeyi 40 yaşında da koruyabilmek istiyorum. Doğru mudur, yanlış mıdır? Bilmiyorum. Ama benim böyle bir ihtiyacım oluyor genellikle. Çünkü o zaman ki heyecanım, o zaman ki yaşama sevincimin eksildiğine tanık oluyorum. Bunların çok daha arttığını diğer insanlarda da görmedim. Hele bizim jenerasyonda hiç görmedim. Onu da ben en çok müzikle hayatta tutuyorum. Ogün de yaptığım, bugün de yaptığım, bundan 10 sene sonra da yapacak olduğum şey, müzik. Hayatımda kendimi bildiğim andan itibaren varolan ve değişmeyen tek şey müzik.Onu korumak istiyorum. Ve ozaman ki halimle korumak istiyorum. Zaman içinde insanın yorgunluk gibi bir şeyi devreye giriyor. 17 yaşındayken dünyayı tersine çevirebilirim diye hissediyorsun. 30 küsur yaşındayken ayağın biraz daha yere basıyor. Belki içinde o heyecanı taşıyorsun ama çeviremeyeceğini biliyorsun tekbaşına. Oysa ki ben buna inanmak istemiyorum. Hep çevirebilecek mişim gibi bir heyacan olsun istiyorum.




A: Bugünkü gençlik biraz daha gerçekci galiba. Ne dersin?



Ş: Bizim gençliğimizde seçeneklerimiz çok daha az olduğu için, hele söz konusu müzik ise bu daha iyi hissedilirdi, daha romantiktik. Meselelere yaklaşımımız daha duygusaldı.Şimdiki kuşak bir çok şeye çok kolay ve hızlı erişebiliyor. Hem de dünya ile eş zamanlı olarak ulaşabiliyor. Oysa ki ben Bursa’dan otobüse binip, İstanbul’a bir konser izlemeye gelip, sonra da döndüğümü çok iyi hatırlarım. Şimdi ikisini yanyana koyduğun zaman tabiki arada romantizm açısından bir fark var. Ama bugünkü gençlik Live 8’i canlı olarak dünya ile aynı anda izliyebiliyor. Ya da bir çok rock ustası ülkemize konsere geliyor. Biz gençken bir çoğunu poster olarak görebiliyorduk ya da albümlerine gecikmeli olarak ulaşıyorduk. Bu iyi mi kötü mü bilemiyorum. Bazı şeylere kolay ulaşmak da kötü olmasa gerek. Bu büyük bir şans onlar için yeter ki bunun kıymetini bilmek lazım.




A: Peki şimdiki kuşak kıymetini mi bilmiyor?



Ş: Bence biliyorlardır. Biliyor olmalılar ki, herkes “Pink Floyd bir tarafa, diğer gruplar bir tarafa” diyor. Bunu diyen adam 20 yaşında yani. O grup, kadrosunu dağıttığında o çocuk dünyada yoktu zaten. Grubun geçmisine de tanık değil, demek ki bir şekilde kıymet biliyor.




A: Gençliğinde tutkunu olduğun gruplardan biriyle bir konsere çıkmak ya da düet yapmak içinden geçiyor mu?



Ş: Geçmez mi canım.




A: Kim var isim verebilir misin?



Ş: Seçim yapmak zor tabi. Ne bileyim, Deep Purple, Rainbow ya da Black Sabbath döneminde herhangi birine denk gelmiş, herhangi bir müzisyenle bir şey yapmak isterim. Ya da soruyorlar mesela hangi şarkıcıyla düet yapmak istersiniz falan diye... Düet yapmayayım, David Coverdale’i yakından seyretmek bile yeter bana.




A: Coverdale gelmedi ama Deep Purple, Dio, Blackmore gibi isimler ülkemize geldi, onların konserine gittin mi?



Ş: Deep Purple, Blackmore’ın İstanbul konserlerini izledim ama Dio’nun konserine turnem nedeniyle gidememiştim. Ama Los Angeles’da gittim. O da denk geldi biraz da. Benim gittiğim dönemde hangi konserler var diye hesap etmemiştim. Orada durum nasıl olmuş biliyor musun? Bizim Kemancı gibi barlarda bizim dönemimizin grupları 300, 400 kişiye kimi zaman unplugged, kimi zaman kadro uzun süredir ayrıymışta biraraya gelip gece yapıyorlar falan hesabı sahneye çıkıyorlar. Açıkcası bunlar her haftada yoğunlukla oluyor. Ama Dio’nun konseri Anthrax’la turne dahilindeydi. O benim için sürpriz bir hediye oldu yani. Hayatımda izlediğim en iyi konserlerden biriydi diyebilirim... Müthiş... Yaşı ilerledi diye nasıl bir performans gösterecek diye merak ediyordum. Kolay değil hani adam 60’ını aştı, sahnedeki performansı hala muhteşemdi. Ben o konseri izlmeye gittiğimde konserin yapılacağı yeri kapalı bir mekan sanıyordum. Ancak açık hava tiyatrosuymuş. Geceleri de biraz soğuk olacağını kestiremediğim için tişortle gitmiştim. Konser başladı ama bir iki şarkı sonrası üşümeye başladım. O sırada Dio tişörtlerinin satıldığı stand gözüme takıldı. Gidip bir tişört satın alıp soğuğa biraz dayanırım dedim. Ama olacak gibi değil, parça arasında adama gidip bu seferde uzun kollu bir Dio tişörtü alınca, adam da şaşırdı. Olacak gibi değil gene üşüyorum. Hiç abartısız 3 tişort daha alıp üst üste giydim. Toplam 5 tişortü üst üste giymiştim fakat bana mısın dememişti. Gene üşüyordum. Bir parça sonrası gene tişörtcünün yanına ğittim. Bu sefer kesin çözüm olarak gözüme deri montu kestirdim. Satıcı adam beni tekrar görünce millete doğru “İşte en büyük Dio fanı”diye gösterecekti. O konseri katkat Dio tişortlerini üstüste giymiş vaziyette bir de montla acaip bir halde izlemiştim. O gün Halloven Bayramları olduğu için bir sürü insan garip kıyafetlerle konsere gelmişti ama en çok ilgiyi benim halim çekmişti.



NOT: Bu röportajı ulaştırdığı için ZuuLuuuuuuu'ya teşekkür ederiz... (TST)

0 Comments:

Yorum Gönder

<< Home